Ana içeriğe atla

Jön Türkler Tarih Sahnesinde

Müslümanlar kendi içlerinde ekonomik durumları ve çıkarları bakımından farklılaşmıştı. Özellikle İmparatorluğun taşradaki otoritesini yitirmesi üzerine güç kazanan ayan ve derebeylerinin kalıntıları olan yerel eşraf ve toprak sahipleri, II. Mahmut ve Tanzimat reformlarına karşın güçlerini sürdürüyorlardı. Ayrıca Tanzimat toprak üzerindeki özel mülkiyeti yasal bir şekle sokmuştu. Güçlenen yöresel eşrafın çıkarlarıyla merkezi devletin çıkarları çatışma halindeydi.

Başka bir çatışma ise Osmanlı yönetici kadrolarının içindeydi. Tanzimat reformlarıyla ve özellikle bu dönemde kurulmaya başlayan yeni eğitim kurumları yeni düşüncelerin yandaşları ile eski Osmanlı askeri ve dinsel yönetici kadrolarının gelenekçi düşünceleri çatışıyordu. Osmanlı Devleti’nde reformların ve modernleşme girişimlerinin önce Saray ve sonra Babıali bürokrasisi tarafından yürütülmesi, bürokrasi içindeki bu çatışmaları daha da önemli bir hale getirmiştir. Modernleşme ve değişim yanlılarıyla statükonun korunmasını isteyenler arasında bu çatışmayı merkezde bulunan modernleşme yanlıları kazanmış görününce, bu sonuç gelenekçi bürokratlar ile taşradaki eşraf ve toplumun diğer gelenekçi kesimlerini birbirine yaklaştıracaktır. Meşrutiyetin ilanı bir anlamda modernleşme yanlılarının başarısı olarak görülebilir. Çünkü Jön Türkler çoğunlukla yönetici sınıf üyelerinden ve mekteplilerden oluşuyordu.

Özgürlükçü akımların güçlendiği kurumların başında gelen ordu içinde de, Tanzimat’ın getirdiği mektepli subaylar ile alaylılar arasındaki uyuşmazlık da II. Meşrutiyet’in siyasal kurum ve olaylarının şekillenmesinde etkilidir. Jön Türk İhtilali de ancak ordu içerisinden başlayan bir harekete dönüşünce başarılı olmuştur.

Osmanlı siyasal tarihinde çok önemli bir aşamanın temsilcileri olan, sonraları Paris’deki Ahmed Rıza’nın başını çektiği Jön Türk grubuyla birleşerek “İttihat ve Terakki Cemiyeti” adını alan “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” nin üyelerinin çoğunluğu askerdi. Merkez-i Umûmî’de bulunan 10 üyeden ancak 3’ü sivildi.

Aslında II. Abdülhamid’in mutlakiyetçi yönetimine ilk tepkiler Yeni Osmanlılar’ın muhalefetinin devamı şeklindeydi. Genel olarak Jön Türkler olarak adlandırılan bu kişilerin çoğu II. Abdülhamid döneminin eğitim kurumlarından; Galatasaray Sultanisi’nden, Harbiye, Mülkiye ve Askeri Tıbbiye’den çıkmışlardı. Bunlar Paris, Londra, Cenevre, Bükreş ve İngiliz işgalinden sonra Mısır’da Yeni Osmanlılar’ın muhalefetini sürdürmüşlerdi.

Yurt içindeki ilk gizli örgütlenme ise 1889’da Askeri Tıbbiye’de, İshak Sukuti, Mehmed Reşid, Abdullah Cevdet, İbrahim Temo ve Hüseyinzade Ali’nin kurduğu “İttihad-ı Osmani”dir.

Daha sonraları İttihat ve Terakki adını alan bu örgütün Fransız İhtilali’nin 100. Yılında kurulmuş olması Batı düşüncesinin Jön Türkler üzerindeki etkisini göstermesi bakımından anlamlıdır. Bunlar ülkenin kurtuluşu için bir anayasa, Osmanlılık ve özgürlük programı istiyorlardı. Önceleri gibi bu grublar da yurtdışına kaçmak zorunda kaldılar. Yurt dışında Paris’de Ahmed Rıza’nın liderliğinde örgütün adı Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti’ne çevrildi. Yurt dışındaki dağınık Jön Türk grublarının ortak bir program oluşturmak amacıyla 4 Şubat 1902’de Paris’de düzenledikleri kongrede Jön Türkler içinde, iktidarı ele geçirmek ve daha sonra izlenecek politikalar konusunda iki farklı yaklaşımın olduğu ortaya çıktı.

Ahmed Rıza’nın liderliğindeki İttihat ve Terakki Cemiyeti’ine göre yalnız propaganda ve yayınla devrim yapılamazdı, askeri güçlerin de ihtilale katılmasını sağlamak gerekiyordu. Bu grup siyasal program olarak da meşruti ve merkeziyetçi bir yönetim anlayışını savunuyordu. Prens Sabahaddin’in görüşlerini yansıtan “Teşebbüs-ü Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti” ise İhtilal için yabancı bir devletin yardımının gerekli olduğunu savunuyordu. Sabahaddin ayrıca, Tanzimat’ın kurduğu merkezi hükümet kurumlarının terkedilmesini, yerine eski Osmanlı adem-i merkeziyetçi düzenin getirilmesini istiyordu. Vergi toplanması, belediye ve yargı ile ilgili işler yerel kurumlarca yerel sorunlara ve gereksinimlere uygun olarak yürütülmeliydi. Bunun sağlanması için de Anglo Saksonlarda görülen bireycilik iyi bir örnekti.

Paris’deki İttihat ve Terakki Cemiyeti 1906’da Selanik’te kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti ile ilişki kurarak 1907 yılında bu örgüt ile birleşmiştir. 1908 İhtilalinde etkili olan da, Makedonya koşullarının şekillendirdiği bu örgüt olmuştur.

Osmanlıların Rumeli, Balkanların ise Makedonya olarak adlandırdıkları bölgede bu dönemde etnik sorunlar doruk noktasındaydı. Pan Helenizm, Pan İslavizm ve uzantılarıyla Pan Germenizm bölgede çatışan milliyetçi akımlardı. “Düvel-i Muazzama” olarak adlandırılan Avrupa’nın büyük devletleri Balkanlarda rekabet
halindeydi. İttihat ve Terakki Cemiyeti de bir anlamda Türklerin örgütü olarak bu karmaşık ortama katılmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...