Ana içeriğe atla

Devletin Ticarete Karışması

Osmanlı İmparatorluğu devrinde ülkenin iç ve dış ticareti azınlıkların elinde idi. Özellikle kapitülasyonlar yüzünden Avrupa Devletleri, Türkiye ile yaptıkları ticaret işlerini azınlıklar aracılığı ile yapıyorlardı.

Lozan Antlaşmasında kapitülasyonların kaldırılmasıyla azınlık ve yabancılara ticaret alanında verilen ayrıcalıklar da kaldırılmıştı. Ayrıca Lozan’dan sonra Rumların değişim suretiyle gönderilmesi sonunda ticaret alanı Türklere tamamen açılmıştı.

Cumhuriyet Hükümeti bir taraftan üretimi artırırken bir taraftan da ticaret siyasetini ulusal çıkarlara göre düzenledi ve şu iki esası kabul etti:

1. Ulusal üretimi korumak: Ulusal üretimin korunması dışsatımı dışalıma nazaran çoğaltmakla mümkündü. Öncelikle yüksek gümrük resmi koyarak dışalımı azaltıldı. Kontenjan yöntemi ile ülkeye fazla mal girmesine engel oldu. Bundan başka hükümet milli üretimi korumak için kambiyo, takas gibi usullerle önlemler aldı. Dış ticaretimize hakim olan prensip, “malımızı alanın, malını almak”tır.

2. Ulusal üretimin sürümünü sağlamak: Yalnız ulusal üretimi dışarının yıkıcı rekabetinden korumak amacıyla alınan önlemler, ticaret hayatımızın gelişmesi için yeterli değildi. Ulusal üretimin iç ve dış pazarlarda sürümünü sağlamak gerekti. Üretimimizin satış yerinin ulusal piyasa olmasını sağlamak gayesiyle Milli İktisat ve Tasarruf Cemiyeti kuruldu. İç piyasayı canlandırmak için kara ve deniz yollarında ticaret mallarına ucuz tarife sistemi konuldu. Konferanslar verilerek halk yerli malı kullanmağa teşvik edildi. Yerli malı sergileri açıldı. Mallarımızın değerini artırmak amacıyla bozuk mal satımını yasaklayan bir kanun çıkarıldı ve ihraç mallarımız kontrol altına alındı.

Ticaretin gelişmesi için memleketimizde var olan kooperatifler, anonim ve limited şirketler ve sigortaların sayısı arttırıldığı gibi yenileri de kuruldu. Cumhuriyetten önce sadece yabancı bankalar vardı. Ulusal banka olarak yalnız Ziraat Bankası kurulmuştu. Kredi de tamamen yabancıların elinde idi. Devlet, ulusal sermaye ile yeni bankalar açtı ve özel sermaye ile açılacak bankalara her türlü kolaylığı gösterdi.

1923 – 1928 Dönemi Türkiye’nin Dış Ticareti: Lozan Anlaşması ve eki Ticaret Mukavelesi’ne Türk tarafının 5 yıl süre ile gümrük tarifelerini arttırmaması şeklinde bir hüküm konulmuştur. Bu hüküm çerçevesinde Cumhuriyetin ilanından 1928 yılı sonuna kadar tamamen liberal bir dış ticaret politikası izlenmiştir. Başka bir ifadeyle, bu safhada Türkiye’de bağımsız bir dışalım rejimi uygulanamamıştır.

Bilindiği üzere, sanayi maddeleri üretiminde tekelci konumuna gelen Avrupa ülkeleri, gümrük idarelerinin denetimi ve gümrük vergilerinin yükseltilmemesi konusundaki kapitülasyonların tabii bir sonucu olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun pazarına büyük ölçüde hakim olmuşlardır. Anılan idari denetime ve gümrük vergilerine ilişkin hakları ise, 5 yıllık süre ile gümrük tarifelerinin yükseltilmesinin askıya alınması sayesinde yok edilebilmiştir. Bu itibarla, bu dönem Osmanlı Devleti’nin ekonomik açıdan sonunu getiren ve ulusal bir sorun halini alan ödünlerin yok edildiği ve bir ölçüde yenilenme dönemi olarak tarihin sayfalarına geçmiş bulunmaktadır.

Anılan dönemde, ulusal sanayinin kurulması ve teşvik edilmesi gereği belirlenmiş olmasına rağmen, dışalım politikasının yukarıda ifade edilen nedenle belirlenen amaca yönelik olarak kullanılamaması bu planı geciktirmiştir.

1929 -1950 Dönemi Türkiye’nin Dış Ticareti: Bu dönem, özlem duyulan ulusal sanayinin kurulabilmesi ve korunabilmesi için bağımsız politikaların oluşturulabildiği ve uygulamaya konulduğu dönemin başlangıcı olarak genel kabul görmüş bir tarzda değerlendirmelere alınmaktadır. Zira, bu dönemin başlangıç yılından itibaren dışalımda korumacı bir politika başlatılmıştır. Ancak, bu da Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan borçların ödemeleri ve artan dış ticaret açıklarıyla büyük boyutlara ulaşan ödemeler dengesi açıklarını kapatmaya yeterli olamamıştır.

Bu itibarla, dışalımda korumacı politikaları desteklemek amacıyla 1929 yılında çıkarılan Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunu ile yabancı hisse senetleri ile döviz alım satımına da bazı kısıtlamalar konulmuştur. Buna ek olarak, 1930 yılında yürürlüğe giren Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında Kanun ile de kambiyo rejimine bazı sınırlamalar getirilmiştir. Yaklaşık 10 yıl uygulanan bu politika ile bazı maddelerin dışalımı yasaklanmış, alınan önlemler ve getirilen yasal düzenlemelerle çok taraflı değişim yerine iki taraflı değişim ve ikili denge politikaları tercih edilmiştir. Bu politika ile dış ticaret dengesi kurulabilmekle birlikte, dar anlamda takas uygulaması sonucunda dış ticaret hacmimiz önemli oranda küçülmüştür. Uygulanan ikili değişim sisteminin en ilginç sonucu, 1930’ların sonunda dış ticaretimizin ağırlıklı olarak Almanya’ya bağlı hale gelmesi şeklinde ortaya çıkmıştır. Nitekim, 1938 yılında Almanya’nın dışalımımızdaki payı % 47, dışsatımımızdaki payı ise % 43 olarak gerçekleşmiştir.

Dış ticaretimizin seyri ve uygulanan politikalar İkinci Dünya Savaşı ile birlikte değişiklik göstermiştir. Zira, anılan savaşın başlamasıyla birlikte dışsatımımız artmış, dışalımımız azalmış ve dış ticaret fazlası ortaya çıkmıştır. Ancak, savaşın uzun sürmesi ile askeri önlemlerin de sonucu olarak dışsatımımız daralmış ve dış ticarette takas ile klering sistemlerine itibar edilmiştir. Bu bağlamda, Almanya’nın dış ticaretimizdeki önemi daha da artmıştır. Savaş sona erdikten sonra Almanya’ya bağımlılık ortadan kalkmış, ancak savaş sonrası dünya ekonomisindeki arz yetersizliğinden dolayı dışalımımız yeterli düzeyde gerçekleşememiş ve ülkemizin dış ticaret dengesi 1946 yılına kadar fazla vermiştir.

Özellikle 1947 yılından itibaren dış ticaret açıkları ortaya çıkmaya başlamıştır.1948 yılında alınan Marshall yardımının da etkisi ile dışalım daha da kolay yapılır hale gelmiştir. Buna ilave olarak, bu yıllarda alınan kararlarla dış ticaretimizdeki kısıtlamalar büyük ölçüde kaldırılmış, dış ticarette takas yöntemi belirli mallara uygulanır hale getirilmiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...