Ana içeriğe atla

Türkiye’de Devletçilik Uygulamalarına Genel Bir Bakış

Kapitalist dünya ekonomik krizinin Türkiye’deki etkilerini araştırmak bu dönemde ülkemizdeki devletçilik uygulamasını incelemeyi gerektirir. Gerçekte bu uygulamalar karmaşık ve çok yönlüdür. Atatürkçü düşünce sisteminde devletçilik, ülke ulus olanaklarının kullanımında, işletilmesinde, kalkınmada, gelişmede ve çağdaşlaşmada devletin ekonomik işlevine yön veren temel ilkedir.

Ekonomik hayata devletin müdahalesi aslında çok eskiden beri devam ediyordu. Ancak ekonomik krizle birlikte başlayan yeni dönemde bu müdahalenin uygulama alanı genişlemiştir. Türkiye ekonomisinde devlet müdahalesi çeşitli şekillerde uygulanmıştır. İlk olarak yabancı sermayenin elinde bulunan birtakım işletmeler millileştirilmiştir. 1924 yılında demiryolu, bankacılık, ticaret, imalat, madencilik, elektrik ve havagazı alanlarında faaliyet gösteren 100’e yakın yabancı sermayeli şirketten 22’si satın alınarak millileştirilmiştir. 1930’larda devletçilik politikası, yoğun bir şekilde girişilen millileştirme hareketleri ile daha da hız kazanmıştır. Ulaşım ve haberleşme gibi sektörlerde önemli millileştirmeler yapılmıştır. Örneğin 1933’de İzmir Rıhtım Şirketi, 1934 yılında İzmir-Afyon ve Manisa-Bandırma demiryolu hatları, 1935’de Aydın Demiryolu Şirketi, 1937 yılında İzmir Telefon Türk Anonim Şirketi ve 1939’da İstanbul Tramvay Şirketi gibi birçok yabancı sermayeli şirket satın alınmak suretiyle uluslaştırılmıştır. Böylece Türkiye’de yarı-sömürgecilik kalıntısı şirketler giderek temizlenmiştir.

Tüm dünya ekonomisinin büyük bir kriz içinde bulunduğu ve kapitalist ülkelerde reel gelirlerde önemli düşüşlerin meydana geldiği bir dönemde ortalama %7’ye yaklaşan bir büyüme hızının önemli bir başarı olduğu göz ardı edilemez. Dünya ekonomik krizi koşullarında gelişme ve sanayileşme olarak nitelendirebileceğimiz bu dönüşümün, temel olarak ekonominin kendi öz kaynakları ile gerçekleştirilmiş olması son derece önemlidir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...