Ana içeriğe atla

2. Meşrutiyet Dönemine Doğru Osmanlı Devleti'nin Durumu

II. Meşrutiyet dönemi Türk tarihçisi Tark ZaferTunaya’nın ünlü deyimiyle Cumhuriyetimiz için bir “siyaset laboratuvarı” olmuştur Gerçekten de Cumhuriyet ideolojisi ve kurumları ile İttiihat ve Terakki’nin bu dönemdeki uygulamalarından fazlasıyla etkilenmiştir. Bu açıdan İkinci Meşrutiyet Dönemi’ne daha da dikkatli bakılması gereklidir.

Meşrutiyetin ikinci kez ilan edildiği sıralarda Batı yayılmacılığı doruğuna erişmişti. Avrupa büyük bir paylaşım savaşına doğru sürükleniyordu. Bir kaç yüzyıllık tersine bir gelişme sonucu kendi genişleme gücünü yitiren Osmanlı Devleti Batı emperyalizmi için bir pazar ve hammadde kaynağı ve aynı zamanda jeopolitik konumundan dolayı da “Doğu Sorunu”nun öznesi durumuna gelmişti. XIX. Yüzyıl boyunca dış saldırılardan korunmak için kendi iç yapısında gerçekleştirilen düzenlemeler Osmanlı Devleti’ni Batı’ya daha bağımlı ve aynı zamanda Batı’daki yeni düzenin düşüncelerine daha açık bir duruma getirmişti. Meşrutiyet düşüncesi de bu açıklıktan içeriye girmişti.

XIX. Yüzyıl öncesinden başlayan Batı’ya yetişme çabası ve “reform” arayışları ekonomik olanaklarının çok önüne geçmişti. Toplumun ve yönetimin beklentileri ekonominin büyüme hızını aşmıştı. Üstelik üretimin arttırılmasını engelleyen darboğazlar vardı. Teknoloji geriydi. Gerek sermaye, gerekse teknik bilgi yetersiz ve dışa bağımlıydı. Mali sorunları çözmek için başvurulan dışarıdan kaynak aktarma, yani borçlanma ise iflasla sonuçlanmıştı. Yabancıların ülke gelirlerinden alacaklarını toplamak için kurduğu Düyun-u Umûmîye İdaresi o kadar güçlüydü ki 1911’de Maliye Nezâreti’nin 5472 memuru varken İdare 8931 çalışanıyla devlet gelirlerinin % 27’sini topluyordu. Bir yandan yabancıların tüm artı ürün ve değeri yurtdışına götürmesine yol açan ekonomik imtiyazlar, yani kapitülasyonlar; öte yandan da alınan borçlar sonunda iflas etmiş bir maliye, II. Meşrutiyet Dönemi’nin çözülmesi gereken ekonomik sorunlarının başında yer alıyordu.

Bu dönemde tarım dışı ekonomik etkinlikler genellikle gayrimüslimler tarafından yürütülüyordu. Örneğin 1912 yılında İmparatorlukta iç ticaretle uğraşılan 18.000 kadar iş yerinin % 15’i Türklere, % 49’u Rumlara, % 23’ü Ermenilere, % 19’u Levantenler, diğer gayrimüslimler ve diğer Müslümanlara aitti. Bunlar Batılı girişimci ve yatırımcıların Osmanlı Devletindeki yerli işbirlikçileri konumunu kazanarak ticaret ve sanayi faaliyetleri yoluyla zenginleşmişlerdi. Bu zenginlik gayrimüslimlerin müslümanlara göre yaşam düzeylerinin yükselmesine yol açmıştı. Bu farklılık zaten cemaatler şeklinde örgütlenmiş olan Osmanlı toplumunda ulusçuluk hareketlerinin güçlenmesinde de etkiliydi. Özellikle Makedonya’daki milliyetçi ve ayrılıkçı eylemler meşrutiyete girerken çözülmesi gereken sorunların başında geliyordu. Bunlara, Ermeni ayrılıkçı hareketini ve Arapların yoğun olarak bulundukları topraklarda özellikle Hicaz ve Yemen’deki feodal yapıdan da kaynaklanan ayaklanmaları da eklemek gerekir.

İmparatorluğun kurucusu olan Türkler daha çok memuriyet ve tarımsal üretimi geçerli meslek olarak benimsemişlerdi. Rumlar ve Ermeniler daha çok şehirlerde yaşamakta ve tarım dışı sektörlerde çalışmaktaydı. şehirlerde Hıristiyanlar ve Müslümanlar ayrı mahallelerde otururlardı, fakat Müslüman mahallesindeki bakkal, kasap ve manav genellikle gayrimüslim olurdu. Böyle bir ortamda Arap, Arnavut, Rum, Ermeni ve diğer azınlıklar kendi isimleriyle anılırken Türkler, özellikle yönetim kadrolarında bulunanlar kendilerini Osmanlı ve Müslüman olarak tanımlıyorlardı.

Hükümet memurluğu hemen hemen tümüyle Müslümanların tekelindeydi. 1878-1886 yıllarına ait Osmanlı istatistiklerine göre; memurlukların % 95.4’ü Müslümanların, % 4.6’sı ise azınlıkların elinde bulunuyordu. İstanbul’da yaşayan Müslüman nüfusunun % 11.4’ü hükümet işlerinde çalışmaktaydı. Müslümanların dörtte biri ticaret ve sanayi ile uğraşıyorsa da, bu mesleklerde çalışanların tümü ele alınınca azınlıkların % 61’ine karşılık müslümanların % 39’unun bu işlerle uğraştığı görünüyordu. Hıristiyan azınlıkların eğitim düzeyinin yüksekliği de İstanbul’daki öğrenci sayısının % 52’sinin gayrimüslim olmasından anlaşılabilir. Müslümanlara ait bu sayıların taşrada daha da azalacağı da bir gerçektir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş yıllarında Müslüman halk savaş alanlardaki yenilgileri, toprak kayıplarını ve ekonomik sıkıntıları kaderci bir yorumla karşılamıştı. Bu dönemde, olan bitenlerin ve daha geniş bir çerçevede dünyanın değersizliği etrafından görüşler halk arasında çok yaygındı. Örneğin; “Dünyasını seven ahiretten olur”, “Allah sevdiği kuluna dünyalık vermez”, “Adam sen de bu da geçer elbet”, “Kısmetinde olanın kaşığında çıkar”, “Köprüden geçinceye kadar ayıya dayı… sonra ayıoğlu ayı”, “Gelene Paşa Gidene Ağa” gibi sözlere sıkça rastlanıyordu. Köylerde ve hatta şehirlerdeki güvensizlik ortamı da bu kabuğuna çekilme duygusunu pekiştiriyordu. “Bir lokma bir hırka” şeklinde de ifade edilen, azla yetinmenin erdemli bir davranış olduğu düşüncesi yaygındı.

Yorumlar

  1. biraz kolay olsaydı yapardık hocam sizde biraz
    kolay ödev verin

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...