Ana içeriğe atla

Halaskar Zabitan Olayı ve İttihatçıların İktidardan Uzaklaştırılması

Darbenin ilk evresi Arnavutluk’ta 6 Mayıs 1912’de başlayan ayaklanmaydı. Mart 1911’de Katolik Malisörlerin, yani Hıristiyan Arnavutların isyanı özerklik sayılabilecek ödünlerle yatıştırılmıştı. Bu kez Müslüman Arnavutlar da Hıristiyanlarla aynı haklara sahip olmak istiyorlardı. Muhalefette oldukları için tekrar seçilemeyen eski Arnavut mebuslarının da isyanı destekledikleri anlaşılıyordu. Ayaklanmaya bölgede bulunan Arnavut asıllı subaylar da katılmıştı. Böylece isyan orduya da bulaşmış oluyordu.

Meşrutiyetle birlikte adı Cemiyet ile yanyana anılan ordunun siyasal gelişmelerde çoğunlukla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nden yana ağırlığını koyması muhalifleri zaten hep rahatsız etmişti. Artık şimdi ordu içinde de, İttihatçı subayların ayrıcalıklı konumlarına karşı olan ve ordunun siyasetten ayrılmasını isteyen subaylar bulunuyordu. Başkentte bazı subayların kurdukları gizli bir örgüt olan “Halaskar Zabitan” grubu İttihatçı hükümete ve Meclis’e karşı harekete geçmişti. Hareketi doğal olarak İtilâfçılar da destekliyordu. Grubun amacı İttihat ve Terakki’yi iktidardan uzaklaştırmaktı. Ayrıca seçim yolsuzluklarının araştırılmasını ve kanıtlanırsa Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasını istiyorlardı. Hükümet ise Arnavutluk isyanı ve darbecilerin eylemleri karşısında çözülmeye başlamıştı. 9 Temmuz 1912’de İttihatçıların uzun süredir anlaşamadıkları ve muhalefetin de çok yakındığı Harbiye Nâzırı Mahmut Şevket Paşa istifa etmiş, bunu Maliye Nâzırı Nail Bey’in görevinden ayrılması izlemişti. Hükümet ve Meclis isyancı Arnavutların ve subayların tehdit yazıları karşısında bocalamaktaydı. Gelişmelerin sorumluluğunu almak istemeyen Sadrazam Sait Paşa da Meclis’den güvenoyu almasına karşın 16 Temmuz 1912’de istifa etmişti.

Sait Paşa’nın ayrılması üzerine hükümeti kurma görevi 21 Temmuz 1912’de 73 yaşındaki Gazi Ahmet Muhtar Paşa’ya verilmiştir. Bütün muhaliflerce sevinçle karşılanan bu atama ile İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908’den beri sürdürdüğü denetleme iktidarından da uzaklaştırılmış oluyordu. şimdi iktidar “Büyük Kabine” ile İtilafçıların eline geçmiş gibi görünüyordu. Yeni hükümetin ilk işlerinden biri İttihatçılarla dolu olan Meclisi 4 Ağustos 1912’de dağıtmak olmuştur. Gerçekten de seçimlere başlandı. Fakat bu seçimler Balkan Savaşı’nın patlak vermesiyle tamamlanamayacaktı.

Bu sırada İttihatçıların iktidarda iken yaptığını İtilafçılar yapıyor İttihatçıları susturmaya ve yok etmeye çalışıyordu. Bu baskıcı uygulamalar ise Cemiyet’i tekrar gizli ve ihtilalci kimliğine bürünmeye zorlayacaktı. Bu uygulamalar aynı zamanda, İtilâfçıların İttihatçıların konumuna yükseldikleri takdirde onlar gibi davranacaklarını göstermesi bakımından ilginçtir.

Balkan savaşında Osmanlı ordularının bozgunu ve düşman ordularının bozgunu ve düşman ordularının İstanbul önlerine kadar yaklaşması İttihatçı karşıtı Ahmet Muhtar ve Kamil Paşa hükümetlerinin de saygınlıklarını yitirmesine yol açmıştır. Ağır yenilginin sorumluluğunu Kamil Paşa hükümetine yükleyen İttihatçılar 23 Ocak 1913’de “Babıali Baskını” olarak adlandırılan bir darbeyle iktidarı yeniden ele geçirmişlerdir. İttihatçıların tekrar barıştıkları eski Harbiye Nâzırı Mahmut Şevket Paşa hükümetin başına getirilmiştir. İttihatçıların kesin olarak iktidara el koyması ise 11 Haziran 1913’te Sadrazam Mahmut Şevket Paşa’nın muhaliflerce düzenlenen bir suikastle öldürülmesinden sonra gerçekleşecekti Aynı gün kurulan Sait Halim Paşa hükümeti artık tam anlamıyla İttihatçı bir kabineydi.

Babıali Baskını ve Mahmut Şevket Paşa suikastı sonrasında muhaliflere karşı yürütülen baskı ve soruşturmalar ise Hürriyet ve İtilaf Fırkası’in dağılmasına yol açmıştı Artık bu yeni dönemde İttihatçıları uğraştıracak yasal bir muhalefet örgütü kalmamıştı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...