Ana içeriğe atla

İzmir'in Yunanlılara Verilmesi ve İtalyan İstekleri

Birinci Dünya Savaşı çıktığında tarafsız kalan Yunanistan’ı kendi yanlarına çekmek isteyen İngiliz Dışişleri Bakanı Grey 15 Ocak 1915’te Yunan Hükümetine bir nota göndererek savaşa katılmaları halinde Yunan Megali İdeası için çok önemli olan İzmir ve çevresinin Yunanistan’a verileceğini bildirmişti. Öneriye olumlu bakmayan Yunan Kralı Konstantin, Venizelos’un zorlaması ile tahttan indirildikten sonra Yunanistan Haziran 1917’de savaşa girmişti. Oysa yukarıda değinildiği gibi Nisan 1917’de imzalanan St. Jean de Maurienne Anlaşması ile diğer bazı illerle birlikte İzmir’in İtalya’ya verilmesi kabul edilmişti. Bu nedenle Mondros’tan sonra Yunanistan ile İtalya İzmir bölgesinin egemenliği yüzünden çelişkiye düşmüşlerdi. Yunan siyaset ve basın çevreleri Yunanistan’ın eski Bizans’ın varisi olduğunu, dolayısıyla Batı Anadolu, Trakya ve İstanbul’un kendilerine verilmesi gerektiğini yayıyorlardı. İngiliz Başbakanı Lloyd George da bölgenin Yunanistan’a verilmesinin İngiltere’nin çıkarına olacağını düşünüyordu. Mondros’tan sonra Müttefik devletlerin savaş gemileri İzmir limanına girip çıkmaya başlayınca, 24 Aralık 1918’de Leon adlı bir Yunan savaş gemisi de limana girmiş ve gemi komutanı şehre çıkarak azınlık Rumlara İzmir’in Yunanistan’a katılacağını belirtmişti. Fener Rum Patrikhanesi ile Mavri Mira, Rum Göçmenleri Cemiyeti ve Patrikhanenin desteğiyle oluşturulan Kordus (Rum İhtilal Örgütü) gibi örgütler İzmir’in Yunanistan’a katılması konusunda yoğun çaba gösteriyorlardı.

Bu gelişmeler üzerine Paris Barış Konferansı'na bir rapor sunan Yunan Başbakanı Venizelos: Boğazların yönetimi Milletler Cemiyetinde olmak üzere Trakya, İstanbul ve Boğazlar Bölgesi’nin; Marmara kıyısından Antalya Körfezi’ne kadar olan Batı Anadolu’nun; Ege Denizinde Osmanlı ve İtalyanların elinde bulunan adaların ve Batum’dan İnebolu’ya kadar Karadeniz kıyılarının Yunanistan’a verilmesini istemişti. 3 Şubat 1919’da Onlar Konseyi önünde bu raporu savunan Venizelos isteklerine gerekçe olarak: Abartılı rakamlar öne sürerek bu bölgelerde Rum nüfusun çoğunlukta olduğunu; her toplumun kendi geleceğini belirleme hakkının olduğunu; Wilson Genelgesinin 12. Maddesine göre Osmanlı yönetimindeki azınlıklara her türlü haklarının verilmesinin öngörüldüğünü ve tarihsel olarak bu yerlerin kendi hakları olduğunu göstermiştir.

Yunan Hükümetinin bu istekleri konferansta kurulan alt komisyonda görüşülmeye başlandığı sırada Karadeniz Bölgesindeki Rumlar ayrı bir devlet kurmak istediklerini İstanbul’daki İngiliz komiserliğine bildirmişler, Trabzon Metropoliti Hrisantos da Lloyd George’a bir mektup göndererek Karadeniz Bölgesinde, özerk bir Rum devletinin kurulmasına karar verilmesini istemişti. İngiliz Başbakanı bu isteğe olumlu bakmaktaydı, fakat ülkesinde seçimi kaybedip iktidardan düştüğü için konuyla ilgilenme olanağı kalmamıştı.

Paris’teki siyasal gelişmelerden cesaret alan Rum azınlıklar Batı Anadolu’da soygun ve saldırganlıklara başlayınca, bunlara engel olamayan Osmanlı yöneticileri de öğüt komiteleri kurarak halkı sessiz kalmaya ve ağırbaşlı olmaya çağırmaktaydı. 26 Nisan 1919’da İzmir Valisi İzzet Bey tarafından törenle karşılanan Şehzade Abdürrahim başkanlığındaki öğüt kurulu, Rum taşkınlığına karşı İzmir halkının Osmanlı yönetimine bağlı olduğunu göstermek için halk tarafından da coşkuyla karşılamıştı. Halkın birçok yerde canları pahasına bile olsa anavatandan toprak vermeyeceklerini söyleyerek karşıladığı bu öğüt kurulu daha İstanbul’a dönmeden İzmir işgal edilmişti bile. Şehzade Cemalettin başkanlığında oluşturulan ikinci öğüt kurulu da gittiği Trakya’da halk tarafından aynı şekilde karşılanmıştı.

İzmir ve çevresinin kendilerine verileceği beklentisiyle Paris’e giden İtalyanlar gelişmelerin Yunan lehine olduğunu görünce Osmanlı yetkilileriyle ilişki kurarak, Bölgenin İtalyan denetimine verilmesi halinde Yunan işgali önleneceği gerekçesiyle Onlardan destek istediler. Bu girişimlerinden de olumlu sonuç alamayacaklarını anlayan İtalyanlar Antalya, Adana, Mersin ve Karadeniz Ereğli’sine göz dikip 28 Mart 1919’da Antalya’ya asker çıkardılar. 30 Mart 1919’da konuyu incelemekle görevli alt komisyon Yunan isteklerini ve buna karşı yapılan itirazları görüşerek İzmir ve arka bölgesinin Yunanistan’a verilmesini kabul etti. Alt komisyonun kararına Wilson, Bölgedeki Rumların özerklik yerine Yunanistan’a bağlanmak istediklerinin kanıtı olmadığı gerekçesiyle karşı çıkmıştı. İtalyanlar bu arada konferansı terk edip söz konusu bölgelerde bazı işgal eylemlerine girişmiş ve İzmir’i de işgal etmek istemişlerdi. İtalya’nın bölgede bir tehdit unsuru haline gelmesi Wilson’da da çekince yaratmış ve Lloyd George’un önerisini kabul ederek Yunan isteklerine razı olmasına neden olmuştu. Bu gelişmeler üzerine 14 Mayıs 1919’da alt komisyonun raporunu inceleyen üçler konseyi, Batı Anadolu’nun Yunanistan’a verilmesine, İngiltere ve Fransa’nın yanında İtalyanların da Anadolu’da mandater görevi üstlenmesine ve ABD’nin de kurulacak Ermeni Devleti ile İstanbul’un mandaterliğini üstlenmesine karar verildi. Bu karara göre İzmir’in işgali 12 saat öncesine kadar Osmanlı yetkililerine bildirilmeyecek ve işgal Calthorpe’un denetiminde gerçekleştirilecekti.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...