Ana içeriğe atla

İşgaller Karşısında Dış Destek Sağlama Girişimleri

Wilson Prensipleri Cemiyeti

Mondros’tan sonra İstanbul’daki bazı aydınlar kurtuluşun bir büyük devletin yardımını sağlamakla olanaklı olacağını düşünüyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinde etkin rol oynayan Wilson İlkeleri, diğer yenilen devletlerde olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de toprak kaybına yol açmayacak adil bir barışın sağlanabileceği umudunu yaratmıştı. Mondros’tan sonraki işgallerle İlkeleri açıkça çiğnenen Wilson, Paris Barış Konferansının en yetkili kişisi olduğu halde Osmanlı topraklarının işgaline engel olacak hiçbir davranışta bulunmamıştı. Buna rağmen İstanbul’daki aydınların çoğu en iyi barışın ancak Wilson İlkeleri ile sağlanabileceğine inanıyordu. Anadolu’da kurulan yerel örgütlerin birçoğu da mücadelesinin meşruluğunu Wilson İlkelerine dayandırıyordu. İşte bu genel anlayışın sonucu olarak ABD’nin yardımını sağlamak amacıyla İstanbul’da Wilson Prensipleri Cemiyeti kurulmuştu. Aralık 1918’de fiilen faaliyete geçen Cemiyet, 14 Ocak 1919’da da Halide Edip, Dr. Celalettin Muhtar, Hüseyin Avni ve Ali Kemal’in başvurusu ile  resmen kurulmuştu. Kurucuları arasında Ahmet Emin, Refik Halit, Necmettin Sadak, Yunus Nadi gibi aydınlar da bulunuyordu ve çoğu gazetecilerden oluşan bir faaliyet grubu oluşturmuştu.

Cemiyet genel olarak, “sınırları uluslar arası barış konferansıyla belirlenen, içişlerine karışılmayan, bağımsız ve tarafsız bir Türkiye kurulmalı ve bu devlet kendi gücüyle ayakta durabilecek hale gelinceye kadar 15-20 yıl kadar ABD tarafından eğitilmelidir” görüşüne sahipti. Cemiyet önerdiği devlet biçimi için, Paris Konferansında geliştirilen ve Wilson tarafından da kabul edilen Manda Devlet adını kullanmıyorsa da genelde savunduğu sistem ABD’nin mandalığı idi. Ayrıca ABD’ni mandaterliğe razı edebilmek için Türkiye’nin buna layık bazı önlemleri de alması gerekiyordu. Gerçekten de ABD mandaterliğini üstlendiği toplumların hukuksal, etnik, sosyal alanlarda yeterince gelişmiş olmasını istiyordu.

Cemiyet ABD himayesini istemesinin nedenini Wilson’a gönderdiği raporda, “kökeni farklı unsurları din ayırımı yapmadan uyum içinde bir arada yaşatabilen bir devlet” olmasına bağlıyordu. Nitekim Türkiye de dini, kökeni, kültürü farklı unsurları içeriyordu. Cemiyet ayrıca Fransız Başbakanı Clemenceau’ya da bir mektup gönderip Fransa’nın da bu konuya ilgisini istedi. Müdafaa-i Hukuk örgütlerine gönderdiği yazılarda da ABD himayesini kabul etmenin tek çıkar yol olduğunu savundu.

Wilson Prensipleri Cemiyeti’ni Mondros sonrasındaki çaresiz kalan kesimler desteklerken, İngiliz ya da Fransız himayesini isteyenlerle her türlü mandacılığa karşı olanlar eleştirmekteydi. Nitekim bir süre sonra etkinliğini yitiren bu cemiyetin üyelerinin bir kısmı ulusal harekete katılarak mandacılığı reddetmiş, bir kısmı da Osmanlı hükümet çevreleriyle bütünleşmiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...