Ana içeriğe atla

Osmanlıda Merkeziyetçilik Tartışmaları

Türk düşünce geleneğinin günümüze kadar süregelen önemli tartışma konularından biri de XX. Yüzyılın başlarında ve özellikle İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde ortaya çıkan, yönetim anlayışına ilişkin farklı düşünce anlayışları yansıtan merkeziyetçilik – adem-i merkeziyetçilik bölümlenmesidir. Yönetim yapısında başlayan bozulma tartışmanın ana nedenidir. XVII. Yüzyıldan itibaren Osmanlılarda toprağın, devletin denetiminden çıkarak fiilen beylerin yerli güçlü ailelerin denetimine geçmesi merkezin konumunun sorgulanmasına yol açmıştır. XVIII. Yüzyılın bitiminde Doğu Anadolu’nun yanı sıra batıda da derebeyleşme eğilimleri artmıştı. Bu süreç beraberinde çözüm arayışlarını ve bir takım önlemlerin alınması zorunluluğunu da getirmekteydi. Tanzimat’la başlayan merkezileştirme girişimleri çerçevesinde başlayan bu tartışma İkinci Meşrutiyet öncesinde en yüksek noktasına ulaşmıştır.

Bu süreçte, konumuz açısından ortaya çıkan iki noktayı açmakta yarar vardır. Bunlardan birincisi, bu dönemin hem Avrupa hem de Osmanlının kendi dinamikleri açısından bir merkeziyet çağı olmasına rağmen uygulamada ortaya konan ve bir zorunluluğu içeren adem-i merkeziyet anlayışıdır. Diğeri ise, resmi Batılılaşma sürecine dönüşen Tanzimat ve sonrasında ortaya çıkan tepkiler ve bu tepkilerin Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan bir çizgi oluşturur nitelikteki pozisyonu ile ilgilidir. Bu anlayışların özellikle siyasal-yönetsel sistem içindeki ağırlıklı konumu bağlamında Tanzimat’tan Cumhuriyete ve günümüze kadar oluşan yerel yönetim ve merkeziyetçi-adem-i merkeziyetçi anlayışlar ile yapılanmalar üzerindeki etkisi yadsınamaz.

Klasik Osmanlı yönetiminin zayıflaması ve çöküşünün her alanda iyice belirgin hale gelmesi ve reform gereksinimini tartışmasız öncelikli sorun niteliğini kazanmasıyla birlikte, XIX. yüzyıl, Osmanlı toplumu için tam bir dönüşüm ve reform çağı olarak tarihte yerini almıştır. Bu dönemde özellikle yönetim alanında atılan adımlar Osmanlı kamu yönetiminin modern anlamda kurumlaşmasını beraberinde getirmiştir. Bu anlamda adem-i merkeziyetçiliğin temel kurumları olan yerel yönetimlerin ayrı ve önemli bir yeri vardır. III. Selimden sonra iktidarı devralan II. Mahmut’un diğer bir çok önemli konularda olduğu gibi yerel yönetimin meydana getirilmesi sürecinin de başlatıcısı olduğu söylenebilir.

Halil İnalcık Tanzimat Dönemi’ndeki yerel meclisleri ve iltizam sistemi ile ilgili gelişmeleri ise, Sened-i İttifak-Gülhane Hattı ikiliği çerçevesinde ele almaktadır. Ona göre, siyasal tarih bakımından Sened-i İttifak, büyük ayanın devlet iktidarını denitim altına alma girişimini anlatmaktadır. Gülhane Hattı ise ona karşı Padişahın mutlak otoritesini savunarak merkeziyetçi devlet idaresinin, başka deyimle bürokrasinin işlere mutlak bir şekilde el koymasını ifade etmektedir.

Merkeziyetçilik ve bürokratikleşme, Tanzimat’ın yönetim anlayışının temel özelliğini meydana getirir. Bu nitelikler uygulamada büyük sıkıntıları da beraberinde getirmiştir. XIX. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğunda merkeziyetçi devlet felsefesi ve eğiliminin egemenliği açıkça görülebilmektedir Sayılan nitelikleriyle Tanzimat döneminin değişim sürecindeki en önemli aracı bürokrasi olmuştur.

Tanzimat’la belirginleşen Osmanlı modernleşme süreci, tepkileri ve destekleri içeren birçok fikir akımı ve hareketin doğması gerçeğini de beraberinde getirmiştir. Merkeziyetçi bir nitelikte yürütülen resmî batılılaşma politikası ya da modernleşme hareketini başlatan Tanzimat sürecine, ülkenin tüm siyasal, kültürel ve bilimsel etkinlik, hak ve özgürlüklerini hem kullanan, hem de temsil eden başkentte önemli bazı tepkiler gelmiştir. Bu tepkileri, Tanzimat’tan Cumhuriyete uzanan niteliğiyle, merkeziyetçilik ve adem-i merkeziyetçilik ilişkileri açısından ele almak gerekir. Çünkü bu iki çizgi, Türkiye Cumhuriyetinin, özelde merkeziyetçi ya da adem-i merkeziyetçi niteliği, genelde ise siyasal-yönetsel yapısının oluşmasında doğrudan etkili olan bir sürekliliği içermektedir.

Tanzimat’la birlikte Osmanlı başkentinde öncelikle iki tepki ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi Yeni Osmanlılar hareketidir. Yeni Osmanlılar hem Batıyı, hem de Osmanlı merkeziyetçiliğine bağımlılıklarını sürdürdüler.

Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan iki temel çizginin asıl olarak billurlaşmasını sağlayan ise, Jön Türkler ve sonrasında İttihat Terakki olarak somutlaşan harekettir. Bu birikimli etkileşim süreci Jön Türkler içinde daha da net çizgilere ayrılacak ve nihayetinde 1902 Jön Türk kongresinde iyice billurlaşacaktır. “Kongrede azınlıklarca desteklenen Sabahattin ve Lütfullah Beylerin özgürlükçü bir devrim için Batılı ülkelerin Osmanlı devletine karışmasını savunmaları cemiyeti ikiye böldü. Prens Sabahattin yandaşları Osmanlı Hürriyet Perveran Cemiyeti adında yeni bir örgüt oluşturdular. Ahmet Rıza ve yandaşları ise İttihat ve Terakki Cemiyetini oluşturarak Şura’yı Ümmet adlı bir gazete çıkardılar. Prens Sabahattin kanadı bölgesel özerklik, yerinden yönetim, bireysel girişim ve kişisel özgürlükleri savunurken; ittihatçı kanat merkeziyetçi, Türkçü, seçkinci ve otoriter bir anlayışa sahiptiler ve Alman Friedrich List’in millî iktisat düşüncesini savunmaktaydılar. Oysa Sabahattin kanadı İngiliz iktisadî görüşü olan serbest (liberal) ticaret anlayışına sahiptir.

Her iki kanatta meşrutiyetçi ve laik eğilimlere sahiptirler. İslam birliği düşüncesini reel politik açısından uygun bulmazken, bir sosyal gerçeklik olarak İslamiyet’in varlığını onaylamaktadırlar. O nedenle birinci planda imparatorluk güçlendirilmeli ve halkı bilgisizlik ve yoksunluğa sürükleyen baskıcı yönetim orkadan kaldırılmalıydı.
Prens Sabahattin’in eleştirileri ve programı daha kuramsal ve derinlikli çözümlemelere dayanırken, ittihatçı kanadın eleştirileri tepkisel ve sistemin özünden ziyade Abdulhamit ve kadrolarını tasfiyeye yönelikti. Her iki kanatta ulusal bir burjuvazi yaratılması hususunda hemfikirdiler. İngilizler de uzun vadeli bir politika olarak bu fikri desteklemektedir. Sömürülerini ülkedeki siyasal iktidara dayandırmaya çalışan Almanlara karşı İngilizler ulusal bir burjuvaziye dayandırılacak bir sömürü yönetiminin daha akılcı ve verimli olacağı inancındaydılar.

İşte bu niteliklerde ortaya çıkan bu iki kanadın farklı görünümlerdeki uzantıları yeni Cumhuriyetin yapılanması ve oluşumunu da belirlemiştir. Ancak burada bir noktanın altını çizmek gerekir. Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan bu iki temel çizgi, İttihat ve Terakkinin öne çıkması ve Cumhuriyete geçişle birlikte daha belirgin hale gelecek diğer bir deyişle yakın tonlarını da içerir duruma gelecektir. Ekonomik ve siyasal yönü ağırlıklı bu belirginleşmeyi Emre Kongar, devletçi-seçkinci ve gelenekçi-liberal kavramlaştırması ile daha geniş bir bakıç açısı ile değerlendirmiştir.

Prens Sabahattin, Teşebbüsü Şahsi- Adem-i Merkeziyet Düşüncesi ve Liberal Gelenek: İttihat ve Terakki ile ilgili bilgiler sunulurken belirtildiği üzere, hem devletçi-seçkinci hem de gelenekçi-liberal cephe, ağırlıklı olarak Yeni Osmanlılar, Jön Türkler çizgisinde ortaya çıkan hareketler içinden gelmişlerdir. Meşrutiyetçi ve laik eğilimler açısından ortak paydayı paylaşan bu iki grubun farklı unsurları da içerir hale gelmesi asıl olarak Cumhuriyetle birlikte ağırlık kazanmıştır.

Bu iki gruptan liberal cephe ile adı özdeşleşen Prens Sabahattin’in Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin 1906 yılında yayınlanan programı özetle şöyleydi: Siyasal düzeltim yapılarak yerinden yönetim sağlanacaktır. Vilayet meclisi üyeleri halk tarafından seçilecektir. Merkezde halk tarafından seçilecek bir meclis oluşturulacaktır. Osmanlı halkının hak eşitliği sağlanacaktır. Yerel yöneticiler halkın nüfus dağılımına uygun olarak, farklı etnik ve dinî oranlara göre seçilecektir.

Bu bağlamda etkinliklerde bulunan Prens Sabahattin’in düşünceleri, bir özgürlük kuramı niteliğindeydi. O, devletten bağımsız olarak kişilerin kendi kişisel yeteneklerini kullanabilmeleri anlamında teşebbüs-i şahsilik düşüncesini ve devlet yönetiminde adem-i merkeziyet talep eden liberal düşünceler savunmaktaydı.

Ana hatlarıyla bu düşünceleri savunan Sabahattin, bu farklı nitelikleri ile Tanzimat’tan Cumhuriyete uzanan devletçi-seçkinci gruptan ayırmış ve liberal bir geleneğin başlatıcısı olarak anılmasını sağlamıştır.

Yönetimle ilgili bu düşüncelerinin yanında Sabahattin, ekonomik, sosyal, siyasal ve yönetsel olmak üzere her alanda bireyci kişilik özelliklerini taşıyan bireylerin yetiştirilmesini savunmaktadır. Son çözümlemede Osmanlı toplumunun kurtuluşunu da buna bağlamaktadır.

1908 İhtilali ile başa geçen İttihat ve Terakki ile egemen güç haline gelen devletçi-seçkinci kanat ise Batılılaşma yolundaki devrimleri gerçekleştirmek için, toplumsal, ekonomik, kültürel ve siyasal yaşamın her düzeyinde devletin işe karışması gereğine inanıyorlardı. Bu cepheyi oluşturanların devletçiliği Osmanlı toplumunda, toplumsal-ekonomik ve siyasal değişmeye önderlik edebilecek güçlü toplumsal sınıfların yokluğuna bağlıydı.

Sonuç olarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kalan miras, ekonomiden sosyal alana ve kültürden yönetime geniş bir yelpazeyi içermektedir. Tanzimat’la birlikte bürokratlar, siyaset sahnesinde hakim bir unsur olarak ortaya çıkmıştır. Kalemiye’ye mensup, az çok Avrupa görmüş ve kısmen yabancı dil bilen bürokratlar, devlet yönetiminde ulemanın önüne geçmiştir; otorite, saraydan Bab-ı Ali’ye aktarılmıştır. I. Meşrutiyet’te II. Abdülhamit’in kişisel özellikleri sebebiyle, saray yönetsel otoriteyi tekrar ele geçirdi. İttihat ve Terakki ile birlikte ordu siyaset sahnesine etkili olarak katılmıştır. Bu üçüncü dönemde otorite ne Babıali bürokratlarının ne de hükümdarındı. Siyasal bir cemiyet olan İttihat ve Terakki, Saray ve bürokrasi üzerinde güçlü bir otorite kumuştu. Kurtuluş Savaşı’nın yönetici kadroları, büyük ölçüde İttihat ve Terakki içinde yetişmiş veya en azından o gelenekten etkilenmiş kişilerdi.

İttihat ve Terakki’nin lider kadrosundaki iki farklı çizgi, günümüzdeki yönetim anlayışını da etkilemeye devam etmektedir. Bu cemiyetin liderlerinden Ahmet Rıza merkeziyetçi, devletçi ve otoriter bir yönetimden yanaydı. Karşıt grubun temsilcisi olan Prens Sabahattin ise, adem-i merkeziyet ve teşebbüs-i şahsî ilkesine dayalı bir yönetimi savunuyordu. İttihat ve Terakki içinde Ahmet Rıza’nın yönetim anlayışını benimseyen kadro egemen olduğu için, merkeziyetçi seçkinci ve otoriter eğilimler, devletin resmî politikası haline geldi ve kamu bürokrasisi bu çerçevede şekillenmiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...