Ana içeriğe atla

İttihatçılığın Sonu

Osmanlı Devleti 19 Eylül 1918’de Nablus’ta İtilaf devletlerine karşı ağır bir yenilgi almış ve savaşı sürdürecek gücü kalmamıştı. Bunun üzerine Talat Paşa başkanlığındaki hükümet hem ateşkes isteğinde bulunmuş, hem de ateşkesin sağlamasını kolaylaştırmak için 8 Ekim 1918 tarihinde istifa etmişti. Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra 1 Kasım 1918’de İttihat Terakki Partisi’nin son kongresi toplanmış, Talat Paşa kongrede siyaseti bıraktığını açıkladıktan sonra 2 Kasım 1918 tarihinde Enver ve Cemal Paşalarla birlikte Loreley adlı Alman elçilik gemisiyle yurdu terk etmiştir. Bu kongrede İttihat Terakki Fırkası kapatılarak tüm şubeleri ve mal varlığı yeni kurulan Teceddüt Fırkasına devredilmişti. Yeni kurulan bu fırkanın başkanlığına eski ittihatçılardan Hüseyin Hilmi Paşa, yardımcılıklarına da yine eski ittihatçılardan İsmail Canbolat ile Şemsettin Günaltay seçilmişlerdi.

İstifa etmelerine ve muhalefet tarafından savaşın sorumlusu olarak suçlanmalarına rağmen Mondros’un yürürlüğe girdiği ilk dönemlerde ittihatçılar hala siyasette etkiliydiler. Nitekim Talat Paşadan sonra sadrazamlık görevi verilen Tevfik Paşanın kurduğu hükümeti güvensizlik oyu vererek düşmesine neden olan Teceddüt Fırkası daha sonra Ayan Meclisi üyesi İttihatçı eğilimli Ahmet İzzet Paşanın kurduğu hükümete güvenoyu vermişti.

Fakat giderek İttihatçılara yönelik suçlama ve karalama eğilimleri artmış ve ittihatçılık suç olmaya başlamıştı. İttihatçı liderler kaçtıktan sonra Osmanlı Millet Meclisinde siyasal gelişmeler değerlendirilirken 17 Kasım 1918’de Meclis başkanlığına bir önerge veren bazı milletvekilleri 15 yıldan beriki olumsuzlukların soruşturulmasını ve sorumlularının cezalandırılmasını istemişlerdi. Bunun üzerine Bakanlar Kurulu 20 Kasımda toplanarak Ermeni tehcirinin araştırılması, zulüm ve yolsuzlukların incelenmesi gibi amaçlarla çeşitli komisyonlar oluşturmuştu. Sultan Vahdettin de 24 Kasım 1918 tarihli Daily Mail gazetesi muhabirine verdiği demeçte ülkenin savaşa girmesinin sorumlusunun İttihatçılar olduğunu, Ermenilere yapılan zulüm ve haksızlıktan dolayı üzgün olduğunu belirtmişti. Müttefikler Meclis-i Mebusanın Ermeni tehcirinden sorumlu olan İttihatçılardan oluştuğunu öne sürerek dağıtılmasını istemişler, bunun üzerine Padişah Meclisin ittihatçılık yaptığını öne sürerek 21 Aralık 1918’de çıkardığı bir iradeyle dağıtmıştı.

Müttefikler daha sonra Ermeni katliamından sorumlu tuttukları 36 kişinin tutuklanmasını istemişler, Sadrazam Tevfik Paşa sunduğu bir muhtırayla olaylardaki Ermeni komitelerinin sorumluluklarının araştırılması için de uluslararası bir komisyonun görevlendirilmesi gerektiğini belirtmişti. Diğer yandan 1 Mart 1919’da padişaha bir kararname sunan, Osmanlı Devleti ile İtilaf Devletleri arasında savaşa neden olan ve yapılan barış önerilerini geri çeviren kabine üyelerinin, Ermeni tehcirinden sorumlu olanların ve yolsuzluk yapmış kişilerin divan-ı harpte yargılanmalarını istemişti. O zaman bu kararnameyi Kanun-i Esasiye aykırı bulan padişah onaylamamış, Tevfik Paşa hükümeti de 3 Mart 1919’da istifa etmişti.

Yeni Sadrazam Damat Ferit Paşa 5 Mayıs 1919’da “İttihat Terakki Fırkası’nın devamı olduğu” gerekçesiyle Teceddüt Fırkası’nı kapatmıştı ve bundan sonra İttihatçıların açıktan çalışmaları çok güçleşmişti. Yurtdışına kaçan İttihatçı liderlerden Talat Paşa 15 Mart 1921’de Berlin’de Sogomon Tayleryan adlı bir Ermeni tarafından, Enver Paşa Kafkasya’da Sovyet yönetimine karşı girdiği bir savaşta, Cemal Paşa da Enver Paşayı girdiği maceradan vazgeçirmek için geldiği Tiflis’te iki Ermeni tarafından vurularak öldürülmüşlerdir.

Ulusal Kurtuluş hareketine destek veren İttihatçıların birçoğu, zafer kazanıldıktan sonra yeniden siyasete girerek muhalefet yapmak istemişlerse de başarılı olamamışlardır. Mustafa Kemal’e yapılan İzmir suikast girişiminden sonra İttihatçılar tasfiye edilmiş ve siyasal yaşamları büyük ölçüde sona ermiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...