Ana içeriğe atla

Bağımsızlık İlkesi

Atatürk’ün ve arkadaşlarının önünde iki aşamalı bir amaç vardı: Bağımsızlık ve çağdaşlaşma. Cumhuriyetimizi kuranların bağımsızlık ilkesine ne denli değer verdiği ortadır. Lozan Barış Konferansı ile ilgili anılarını anlatırken İsmet Paşa İngiltere’nin temsilcisi Lord Curzon ile aralarında geçen bir konuşmayı bize şöyle aktarır:
“Güçlüğü hatırlatmak için size söylüyorum. Orada bir akşam, İngiliz murahhası Lord Kürzon, yanında Amarika murahhası varken bana şöyle dedi:

— Müzakere ediyoruz. aylardan beri arzu ettiklerimizden hiçbirini alamıyoruz. Vermiyorsunuz. Anlayış göstermiyorsunuz. Memnun değiliz sizden. ama ne reddederseniz cebimize atıyoruz. Cebimizde saklıyoruz. memleketiniz haraptır. Yarın geleceksiniz, bunları tamir etmek için, kalkınmak için yardım isteyeceksiniz. O zaman, bu cebime koyduklarımdan her birini, birer birer çıkarıp size vereceğim...

Ben cevap verdim:

— Çok emekle bu neticeye varmışızdır. koşullarımız, milletimize göre hakladır. Bunları behemahal alacağız. Biz bunları alalım, siz şimdi verin, sonra gelirsek istediğinizi yapın...” (Aydemir,1983,115).
Lozan Barış Antlaşması ile kazandığımız siyasal bağımsızlığımızın değerini bilen ve kan ve ateşle kazanılan bu bağımsızlığı korumak için kendi kuşaklarının bütün enerjisini seferber eden cumhuriyetimizin kurucu kadroları iktidarda oldukları sürece bu kazanımları tehlikeye düşürebilecek hiç bir girişimde bulunmamışlar ve ödün vermemişlerdir. Çünkü onlar mali ve ekonomik bağımsızlığı ana amaç olan tam bağımsızlıkla eş anlamlı görmüşlerdir. Çünkü yine Atatürk’ün sözleriyle ifade edecek olursak Cumhuriyetimizi kuranların bağımsızlık konusunda gösterdiği bu titizliğe sonraki kuşakların aynı heyecanla sahip çıktıklarını söylemek ne yazık ki mümkün görünmemektedir. Hatta bu konuda “gaflet ve delalet ve hatta hıyanet” içinde davranıldığı bir çok örnek acıdır ki karşımıza çıkabilmektedir.
Bu noktada Atatürk’ün tam bağımsızlık hakkındaki düşüncelerini anımsamakta yarar var. O’na göre “Türk devletinin dayandığı esaslar tam bağımsızlık ve kayıtsız şartsız milli egemenlik’ten ibarettir.”

Tam bağımsızlık, ulusun varlığı ve hakları için bütün gücü ile bizzat kendisinin uğraşmasını öngörür. Tam bağımsızlık, devletin gelişmesini sağlayan önlemlerle birlikte, gelişmeyi olumsuz yönde etkileyen veya engelleyen etkenlerin ortadan kaldırılması ve özgürce gelişme için gereklidir. Ülkenin içişleri bakımdan dışa karşı bağımsız olmalıdır. Tam bağımsızlığın ve ulus egemenliğinin gerçekleşmesi ise öncelikle ekonomik güce bağlıdır:
“Tam bağımsızlık için şu genel kural vardır, ulusal egemenlik için bir yasa vardır diyoruz. Bu gün de büyük bir zaferin etkenleri ve yapıcıları olduğumuzu ifade ediyoruz. Bu noktada, çok kesin olan bir gerçeği hep beraber tekrar etmek zorundayız. Bu kadar büyük, bu kadar kutsal ve ulu hedefler yalnız kağıt üzerinde ilkelerle ve yasa maddeleriyle ve sadece hırslarla arzularla elde edilemez. Tam olarak gerçekleştirebilmek için tek güç, gerçekten en güçlü temel ekonomidir.”

Peki ekonomik kalkınma için ne yapılmalıdır? Öncelikle bilim ve aklın yol göstericiliğinde sürekli çağdaşlaşmaktır. Çağdaşlaşma Türk ulusunu geri bırakmış olan kurumları boş inançları yıkarak, yerlerine ulusu ilerletecek, çağa uygun kurumları derhal getirmek suretiyle gerçekleşecektir. Bunun için de çocuklarımızı ortak değerler etrafında yönlendirmemiz gereklidir:

“Çocuklarımızı aynı eğitim derecesinden geçirerek yetiştireceğiz. Kesinlikle bilmeliyiz ki iki parça halinde yaşayan uluslar zayıftır, hastadır.”

Eğitimde olduğu gibi ekonomide de eşitlik ve birliğin sağlanması gereklidir. Bunun için devlet ulusal gelirin dengeli ve uyumlu olarak dağıtımında, yönetiminde, kalkınmanın sağlanmasında, halk yararının gözetilmesinde etkin olmalıdır :
“Ulusal gelirin dağılımında, daha mükemmel bir adalet ve emek sarfedenlere daha yüksek refah sağlanması ulusal birliğin korunması için koşuldur. Bu koşulu sürekli göz önünde tutmak, ulusal birliğin temsilcisi olan devletin önemli görevidir.”

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türk Harflerinin Kabulü

Türkler İslamiyeti kabul etmeden önce kendi milli alfabeleri olan Orhun ve Uygur alfabelerini kullanmışlardı. İslamiyeti kabul etmelerinden sonra ise Arap harflerini benimsediler. Ancak bu harfler Türkçenin yapısına uymuyordu. Arap harflerinin öğrenilmesi ve yazılması oldukça zordu. Bu yüzden, halkın büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu. Cumhuriyet döneminde ele alınan önemli konulardan biri de harfler konusu oldu. 1927 yılında Maarif Vekaleti, harfler konusunda incelemelerde bulundu. Aynı yıl çıkarılan posta pullarında Türk Postaları kelimeleri Latin harfleriyle yazıldı. 1928’de Maarif Vekaletinde bir alfabe komisyonu kuruldu. Komisyon, Arap harfleri yerine Latin harflerine dayalı Türk alfabesini hazırlamaya başladı. Bu konu ile yakından ilgilenen Mustafa Kemal Paşa’nın çabaları sonucu Türk alfabesine son şekli verildi. Mustafa Kemal Paşa, yeni Türk harflerinin kabul edilmesi konusunu, 9 Ağustos 1928’de İstanbul Sarayburnu’nda halka şu sözlerle bildirdi: “Arkadaşlar, zengin dil...

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...