Ana içeriğe atla

Savaş Ekonomisi ve Yokluk Yılları

Türkiye İkinci Dünya Savaşı’na eylemsel olarak girmemiştir, fakat savaş ekonomisinin koşullarını bütün ağırlığı ile yaşamıştır. 1930’lu yılların politikaları sonucu daralan dışalım yarıya düşmüş, yetişkin nüfusun büyük bir bölümü askere alındığından üretimde büyük bir gerileme olmuştur. Savaş öncesinde başlayan planlama çalışmaları, sanayi yatırım programları, savunma harcamalarının bütçeyi etkilemesinden dolayı tamamen ertelenmiştir. Yani 1940-1945 dönemi ekonomik gelişme sürecini olumsuz yönde etkilemiştir.

1938 yılında Atatürk’ün ölümü ve Avrupa’da savaş rüzgarlarının esmeye başlaması, Türkiye’nin sanayileşme hamlesini sürdürmesine imkan vermemiştir. Türkiye, İkinci Dünya savaşında silahlı bir tarafsızlık politikası izlemiş, yani savaşa girmemeyi başararak savaşın sıcak tahribatından kendisini korumuştur, fakat 6 yıl süre ile savaş ekonomisi koşullarını yaşamıştır.

Savaşın başlamasıyla bütçe gelirlerinin %60’ı savunma harcamalarına ayrılmıştır. Daha önce bahsettiğimiz üzere, büyük bir insan gücü üretim alanından çekilerek silah altına alınması üretimde azalmalara yol açmıştır. Üretimdeki bu azalma devlet gelirlerinde bir azalma yaratırken, devlet harcamalarının da artması enflasyonu hızlandırmıştır.

Savaş ekonomisi, dış ticaretin de tıkanmasına yol açmış, Türkiye’de kısa sürede mal darlığı ve fiyat artışları başlamıştır. Bunun üzerine 1940 yılında üretim ve tüketimi düzenlemek ve denetlemek amacı ile Milli Koruma Kanunu çıkarılmıştır. Bu kanun ile devletin ekonomi üzerindeki kontrolü daha da artmış, ekonomi girilmesi her an mümkün olan savaşın koşullarına uydurulmaya çalışılmıştır.

Bu kanuna göre düzenlemeler şu şekildedir:

- Hükümet özel kişilere ait sanayii ve maden işletmelerinin hangi malları ne kadar üreteceklerini belirleyecektir.

- Hükümet gerek gördüğü kuruluşlara bir tazminat ödeyerek el koyabilecektir.

- Tarımda ne ekileceğini devlet belirleyecek ve gerekirse 500 hektarın üstündeki araziye tazminat ödeyerek kendisi işletebilecektir.

- Özel kişilere ait taşıt araçları devletçe belirlenecek ve bu araçlar yine devletçe belirlenecek fiyatlarla çalıştırılacak, eğer gerek görülürse devlet tarafından satın alınabilecekti.

- Özel kesimin yatırımları izin alma şartına bağlanarak, devletin denetimine tabi tutulmuştur. Devlet gerekli gördüğü işletmelere kredi, malzeme, uzman eleman ve işçi sağlayacaktır.

- İç ve dış ticarette fiyat kontrolü sistemi getirilmiştir. Devlet piyasalara alıcı olarak girebilecek, bizzat dışalım yapabilecek, ihtiyaç duyulan mallara el koyabilecek ve bunların dağıtımını yapabilecektir.

Görüldüğü gibi Milli Korunma Kanunu ile son derece karışmacı, özel girişimi sınırlayıcı  hükümler getirilirken, onun kârlarını devlet garantisi altına alan hükümler de içermektedir.

Milli Korunma Kanununun uygulanmasında, özellikle fiyat kontrolündeki tutarsızlıklar dışalım ve dışsatım olanaklarının yaratılması gibi yollarla ortaya savaş zengini denilen bir zümre çıkmıştır. Uygulanan zorunlu önlemler bir sonuç vermemiş, daima bürokrasiye çarparak yıpratılmış ve etkisiz hale getirilmiştir.

1941 yılında Ticaret Ofisi ve Petrol Ofisi kurulmuştur. Amaç dışalım ve dışsatımı daha yakından denetlemektir. Bu kuruluşların görevi, bazı temel tüketim mallarının ve petrol ürünlerinin dışalım ve dışsatımını yapmak, yurt içi dağıtımını ve fiyatlarının denetimini yapmaktır. Daha sonra sanayi ve tarım alanlarındaki üreticilerin ve tüccarların stokları belirlenerek, bunların resmi fiyatlarla kamu kuruluşlarına satılması için kararlar alınmıştır. 1942 yılında temel gıda ve diğer tüketim mallarının halka dağıtımı için Dağıtma Ofisi ve Mahalli Dağıtma Birlikler’i kurulmuştur. 1942 Temmuz’unda başbakan Refik Saydam’ın ölümünden sonra kurulan Şükrü Saraçoğlu hükümeti, daha önceki hükümetin el koyma ve müdahalelerinden vazgeçerek, ticareti serbestleştiren bir politika uygulamıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...