Ana içeriğe atla

Toplumsal Yaşamın Laikleştirilmesi

Devlet ve hukuk düzeni laikleşirken toplumsal yaşayışın ve günlük hayatında laikleşmesi gereklidir. Dinin toplumsal kurumlarının ve görüntülerinin bir kısmının ortadan kaldırılması, toplumu Arap-Doğu kültüründen uzaklaştırıp, Batı kültürüne yakınlaştırabilmek, laik düzen ve yaşayışı sağlayabilmek ve eşitlik esasına dayalı vatandaş kavramının yerleştirilmesini sağlayabilmek için toplumsal alanda da devrimler gerçekleştirilmiştir.

Tekke, Zaviye Ve Türbelerin Kapatılması

Osmanlı İmparatorluğu’nda, Müslüman halkı dinsel konularda bilgilendirmek ve kendi anlayışları doğrultusunda Tanrı’ya ulaşma yollarını göstermek amacıyla kurulmuş tarikat adı verilen kurumlar vardı. Tarikatlar etkinliklerini asitane, tekke, dergah, han kah, zaviye adı verilen ve her tarikata göre farklı özellikler taşıyan yapılarda sürdürürlerdi. Kuruluşunda dinsel ve felsefi konularda halkı olumlu yönde yönlendiren bu kurumlar, zaman içinde temel amaçlarından uzaklaşmışlardı. Önceleri üyelerine sevgi, hoşgörü, birlik tohumlarını aşılayan bu kurumlar; giderek kendi savundukları görüşlerin en doğru dinsel bilgileri oluşturduğunu savunmaya başladılar. Böylece, hoşgörünün sınırlarını daralttılar, başka tarikat üyeleri arasında kin ve düşmanlığa varan ayrılıklar yaratarak, birer parti merkezi ve bölücülük yuvası haline geldiler.

Bu kurumların çoğunda din, farklı yorumlanarak çalışmadan uzak bir yaşam benimsenerek, toplumun din duyguları sömürülerek, halkın sırtından geçinme yöntemi seçilmiş, bunlar birer dinsel, ekonomik ve siyasal çıkar merkezi haline gelmişti. Yapılan devrimlere karşı birer tepki yuvası haline dönüşmüştü. Şeyh Sait İsyanı’nda olduğu gibi siyasal etkinliği ele geçirmek için ayaklanmalar çıkartmışlar, karşı devrim sürecinin içinde yer almışlardır. Hükümet, girişilen devrimin toplumda kabul görmesi ve korunması için yalnız tekke ve zaviyelerin değil ölülerden yardım beklenen türbelerin de kapatılmasını da uygun görmüştü. Şeyh Sait İsyanı sonucunda 28 Haziran 1925’de ayaklanma bölgesindeki tarikatlar kapatılmıştı.

Aklı ve bilimi topluma rehber olarak seçen Atatürk 30 Ağustos 1925’de Kastamonu’da yaptığı bir konuşmada, ölüleri yardıma çağırmanın uygar bir toplum, ulus için yüz karası olduğunu, bilimin, teknolojinin uygarlık ışıkları günümüzde parlarken, şu ya da bu şeyhin yol göstermesiyle mutluluk aramanın ilkellik sayılması gerektiğini vurguladıktan sonra; “Ey ulus! İyi biliniz ki Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru, en gerçek tarikat, uygarlık tarikatıdır..”

2 Eylül 1925’de Bakanlar Kurulu, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılmasına ve din görevlilerinin kıyafetlerine ilişkin bir kararname yayınladı. Tekke, zaviye ve türbelerle ilgili yasaklama ve kapatma kararı, 30 Kasım 1925’de 677 sayılı yasa ile gerçekleşti. Bu kanunla kapatılmış olan tekke, zaviye ve türbeleri açanlar, yeniden kuranlar, tarikat töreni için yer verenler, yasaklanan kılık kıyafeti giyenler için 3 ay hapis ve 50 liradan az olmamak koşuluyla para cezası yaptırımı da getiriyordu. Aynı kanunla: şeyhlik, dervişlik, müritlik, dedelik, seyitlik, çelebilik, babalık, emirlik, halifelik, falcılık, büyücülük, üfürükçülük, muskacılık gibi unvan ve sıfatların kullanılması ve bunlara ait hizmetlerin de yapılması yasaklandı. Kanun bu yerele sahip olanların mülkiyet haklarına dokunmadığı gibi, cami, mescit olarak kullanılanların ise ibadet için açık tutulmasını öngörüyordu.

Bu kanun, kişi ile Tanrı arasına giren çıkarcıları ve vicdan istismarcılarını ortadan kaldıran, Türk toplumunu laik anlayışa yönelten önemli bir adım olmuştur. Atatürk, dini değil yalnızca çağdışı düşünüşü ortadan kaldırmak, vicdanları baskıdan, sömürülmekten kurtarmak, toplumu özgürleştirmek istemiştir. Atatürk, böylesi bir kararla halkın gündelik yaşamına kadar girmiş ve kökleri yüzyılların derinliklerinden gelen mistik doğulu anlayışa, devrimci bir atılımla son vermek istemiştir.

1 Mart 1950 günü 5566 sayılı yasa ile Türk büyüklerine ait olan veya büyük sanat değeri bulunan türbelerin açılmasına imkan verildi. Böylece Ertuğrul Gazi, Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman, Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş, Mimar Sinan gibi şahıslara ait türbeler açıldı.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Türk Harflerinin Kabulü

Türkler İslamiyeti kabul etmeden önce kendi milli alfabeleri olan Orhun ve Uygur alfabelerini kullanmışlardı. İslamiyeti kabul etmelerinden sonra ise Arap harflerini benimsediler. Ancak bu harfler Türkçenin yapısına uymuyordu. Arap harflerinin öğrenilmesi ve yazılması oldukça zordu. Bu yüzden, halkın büyük çoğunluğu okuma yazma bilmiyordu. Cumhuriyet döneminde ele alınan önemli konulardan biri de harfler konusu oldu. 1927 yılında Maarif Vekaleti, harfler konusunda incelemelerde bulundu. Aynı yıl çıkarılan posta pullarında Türk Postaları kelimeleri Latin harfleriyle yazıldı. 1928’de Maarif Vekaletinde bir alfabe komisyonu kuruldu. Komisyon, Arap harfleri yerine Latin harflerine dayalı Türk alfabesini hazırlamaya başladı. Bu konu ile yakından ilgilenen Mustafa Kemal Paşa’nın çabaları sonucu Türk alfabesine son şekli verildi. Mustafa Kemal Paşa, yeni Türk harflerinin kabul edilmesi konusunu, 9 Ağustos 1928’de İstanbul Sarayburnu’nda halka şu sözlerle bildirdi: “Arkadaşlar, zengin dil...

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...