Ana içeriğe atla

Tebaa’dan Yurttaşa

Reaya ve Köylü

Arapça’da otlatılan hayvan sürüsü anlamına gelen ‘raiyyet’ten türetilen reaya sözcüğü hükümdarın hükmü ve yönetimi altında yaşayan ve korunan, vergi veren tüm Müslüman olan veya olmayan insanları simgeliyordu. Ancak reaya sözcüğü 15.yüzyıldan 19.yüzyıla doğru anlam değiştirerek ve sadece Hıristiyan tebaa için kullanılmıştır. Yönetici askerler, ‘beraya’ ve ulema ise vergiden muaftı.

Gerek İslam gerekse Türk-İran devlet geleneğinde, hükümdar, Allah önünde reayayı gözetmek ve adil bir yönetimi gerçekleştirmekle yükümlüdür. Allah tüm İslam hükümdarları gibi Osmanlı sultanına da ‘çobanlık’ görevi vermiş-Hıristiyanlıkta da kilise yöneticilerine bu görev verildiği gibi- Müslüman olan ve olmayan tüm uyruklarını ona teslim etmiştir. Reaya, yani sürü, şeriatta uygun olarak adil bir biçimde ‘güdülecektir’. Reaya da bu geleneğe göre, sultana koşulsuz, sorgusuz sualsiz itaat edecektir.

Kuldan Yurttaşa

Osmanlı devletinde bu gelenek yüzyıllarca devam ederek devlet egemenliği altındaki kişiler, padişahın kulu tebaası sayılmıştır. Halk (reaya), sürü olarak görülmüş;  padişah da bu sürünün sahibi veya hamisi sayılmıştır. Öte yandan benzeri başka devletlerde görüldüğü gibi, Osmanlı’da uyruklar (tebaa) arasında hukuksal statü bakımından eşitsizliklerin olması doğal karşılanmıştır.

Önce kul vardı, sonra tebaa, ardından, yurttaş gelmiştir. Bu değişimde meşruluklarını dinden ve gelenekten alan mutlakıyetçi krallıklar ve imparatorluklar giderek yerini meşruluklarını halkın iradesinden alan, rasyonel-hukuksal, laik ulus-devletlere bırakmak zorunda kalmışlardır. Bu yeni ulus devletler, parlamenter monarşi ya da cumhuriyetler şeklinde ülkenin koşullarına göre yeni devlet örgütlenmeleri oluşturmuştur. Cumhuriyet rejimleriyle eskiye oranla çok daha demokratik olarak oluşan sistemlerde yurttaşlık kavramı, mekanda ve zamanda, değişecek: aynı hukuksal, siyasal ve sosyal anlam ve içeriği taşımayacaktır.

Bu nedenle günümüz Türkiye’sinde bile vatandaş veya yurttaş sözcüğüne farklı anlamlar yüklenmektedir: Türkiye Cumhuriyeti uyruğu anlamında yurttaş belirli bir coğrafya parçası üzerinde egemen devlete hukuksal ve siyasal aidiyeti simgeler. Bu soyut yurttaş kavramı dışında, yurttaşlığın siyasal, ekonomik ve sosyal sistemle iç içeliğini ortaya koyan tanıma göre ise yurttaşlık yalnızca yasal statüyle sınırlı olmayan, bireyin topluma eklemlenmesi ve siyasal ve kamusal alanla kurduğu ilişki çerçevesinde tanımlanmaktadır.

Güçlü bir demokratik geleneği olmayan toplumlarda, yurttaşlık kavramının somutluk kazanmasında “toplumsal mühendislik” çabalarının tek başına yeterli değildir. Demokrasi ve sivil toplum, yurttaşlık için mutlak bir önkoşul olmasa da, belli bir ekonomik, sosyal ve siyasal formasyon gerektirmektedir.

Osmanlı ülkesinde padişahın tebaası olarak yaşayan insanlar arasında geleneksel olarak uygulanan önemli statü farkları vardır. Bu farklılığın başlıcası da Müslüman olup olmamaya dayanan farktı. Devlet hizmetine alınma, vergi kişisel statü gibi konularda kendini gösteren bu farkları, uyrukluk konusundaki düzenlemelere de yansıyordu. Gayrimüslim tebaa bir tür ikinci sınıf uyruk sayılıyordu.

Osmanlı devletinin çöküş döneminde ise bunu tam tersi bir durumun ortaya çıktığı da görülmüştür. Gayrimüslim tebaa, yabancı devlet uyruklarına geçerek, elde ettikleri bu uyrukluğu Osmanlı devletine karşı ileri sürmeye başlamışlardır. Bu kişiler Osmanlı devletinin zayıflamasını fırsat bilip, Osmanlı yönetimine karşı bir tür dokunulmazlık kazanarak kapitülasyonlardan yararlanma olanağı buldular.

Bu yola başvuranların sayısının çok artması üzerine uyrukluk konusunda ciddi bir düzene bağlanması gereksinimi duyulmuş ve 1869 yılında Tabiyet-i Osmaniye Kanunnamesi yayınlanmıştır. Osmanlının uyrukluk konusundaki bu ilk yazılı düzenlemesinin adı ilginçtir. Osmanlı uyrukluğu (Tabiyet-i Osmaniye) dikkat edilirse, bu deyimde bir ulusa, halka ait oluşla ilgili bir yön yoktur. Belirleyici öğe, Osmanlı padişahına bağlılıktır.

Tabiyet-i Osmaniye Kanunnamesi, İslam aleminde din ilkelerinden bağımsız, ilk uyrukluk düzenlemesi olmuştur. Tabiyet-i Osmaniye Kanunnamesi’nden yedi yıl kadar sonra yayınlanan 1876 Kanuni Esasi’nin uyruklukla ilgili maddesi de aynı niteliktedir. Tabi bu düzenleme ile de vatandaş kavramı yerine, Osmanlı tebaası kavramı esastır.

Osmanlının ilk yazılı anayasası olan 1876 tarihli Kanuni Esasi uyarınca Osmanlı İmparatorluğunda yapılan ilk mebus (milletvekili) seçiminde uygulanan geçici yönergeye göre de, mebus seçilebilmek için “az çok emlak sahibi olmak” gerekiyordu.

Yönetenlerle yönetilenler arasında böyle bir uçurumun yaşandığı, dahası, vergi veren halkın tamamen dışlandığı böyle bir düzende yurttaşlık kavramının filizlenemeyeceği açıktır. Kaldı ki padişahın tebaasının itaati karşılığında onun haklarını gözetme ve koruma yükümlülüğünü içeren denge -daire-i adalet- hep kağıt üzerinde kalmış, padişahın yanı sıra, ulema ve ümera gibi dinsel ve asker seçkinlerin lehine giderek yozlaşmış, halk tebaalık bir yana, gerçek anlamda kulluktan kurtulamamıştır. Çünkü ne devlete, ne dine, ne de güçlü kişilere karşı korunma olanağı bulunmaktadır. Temel hakları yoktur. Öte yandan, insan-devlet ilişkileri akılcı bir hukuk sistemine bağlı değildir.

Bu nedenle Mustafa Kemal önderliğinde başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı yeni bir düzenin habercisi olmuştur. Hakimiyet-i Milliye, savaş sonrasında kurulan Türkiye Cumhuriyeti ümmetin yerine milleti, mumin’in yerine vatandaşı getirirken, meşruluğunu gelenek ve dinden alan yönetim anlayışındaki tebaanın yerini de ilk kez yurttaşı almıştır.

Yeni kurulan Milli Devlet anlayışına göre, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan herkes eşit hak ve ödevleri olan Türkiye vatandaşıdır. Osmanlı Devleti’nin yüzyılların ürünü çok milletli, çok dinli, çok dilli ve çok kültürlü toplumsal yapısı üzerinde yeni bir millet anlayışı doğmuştur.

Cumhuriyet döneminde yurttaşların sosyal hakları bağlamında, eğitim, kültür, kadın hakları, sağlık ve sosyal güvenlik, konut, işsizlikle mücadele alanlarında büyük mesafeler kaydedilmesine, dahası, genel ve eşit oy ilkesinin yerleşmesine karşın, dönemin olumsuz koşulları ve otoriter yönetim anlayışının devam etmesi nedeniyle uygulamada kimi aksamalar yaşanmıştır.

Tebaadan yurttaş konumuna geçiş uzun soluklu bir süreçtir. Batı ülkelerinde anayasacılık akımları 300 yılı aşkın bir süreç içinde gelişirken, Türkiye’de çok daha kısa bir zaman dilimi içinde tebaadan yurttaşa geçişin gerçekleşmesi hiç de kolay olmamıştır. Dönemin iç ve dış etmenlerinin etkisiyle bireyselleşmeyi ve bunun sonucu olarak da yurttaşlık bilincinin çok yavaş geliştiği açıktır. Cumhuriyet’in kurucuları, gelenekçi ümmetten modern bir ulusa dönüştürmek istedikleri halkı, öncelikle bu tebaa statüsünden kurtarıp yurttaş statüsüne çıkarmak zorunda kalmışlardır.

Günümüzde bu alanda İslam dünyasında modern, laik devlet ve demokrasi yönetimi gerçekleştirebilen tek ülkenin Türkiye olması da, Cumhuriyet’in başarısının somut bir kanıtıdır. Bu gelişmeye rağmen, Batı ülkelerinde ‘yeni yurttaşlık ‘ kavramının tartışıldığını da eklemek gerekir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...