Ana içeriğe atla

Eğitim Sisteminin Yeniden Kurulması

Hedefi ve konusu insan olan eğitim, kısaca insan yetiştirme sanatı olarak ifade edilebilir. Bu ise ancak sistemli bir eğitim sayesinde gerçekleştirilebilir. Çünkü, kişilerin toplum içinde sürekli değişen yaşama hazırlanması, yeni koşullara uyum göstermesi ve bir ülkenin kalkınması içim gerekli olan yetişmiş insan gücünün sağlanmasında önemi büyük olan eğitimin ayrıca kültürün gelişmesinde ve kuşaktan kuşağa aktarılmasında da rolü tartışılmaz. Bu nedenledir ki eğitim sistemlerinin değişen koşullara ayak uydurması ve kendini sürekli yenilemesi gerekir. Bu aksatıldığı zaman toplumun gerilemesi kaçınılmaz hale gelir. Bu nedenle her devlet kendi var oluş felsefesi doğrultusunda bir eğitim ve kültür politikası oluşturur ve bunu uygular.

Osmanlı Devleti’nde geleneksel eğitim sistemi, 18. yüzyılın sonlarında Avrupa’dan esinlenerek kurulan yeni okulların yer aldığı bir eğitim sistemi vardı. Müfredat programları ve kuruluş amaçları birbirinden çok farklı bulunan medreseler ile Avrupa tipinde kurulmuş olan insanlar, birbirlerinden oldukça değişik, hatta zıt dünya örüşlerine sahip oluyorlardı.

Devlete bağlı okullardan iki farlı insan tipi yetişirken, azınlıkların, yabancı devletlerin ve misyonerlerin giderek artan okulları da durumu daha karışık hale getiriyordu. Bu karışıklık sonucu zamanla ortaya çıkan mektepli-medreseli ayrımı aydınlar arasında bölünmelere sebep olurken aynı zamanda toplum ilerlemesine de büyük engel teşkil ediyordu.

Bu durumun düzeltilmesi gerektiğini düşünen Mustafa Kemal, milli mücadele yıllarında yaptığı bir konuşmada, Osmanlı Devleti’nde var olan mektepli-medreseli çekişmesinin sona ermesi için, bu iki tip öğretim siteminin ortadan kaldırılması gerektiğini, bütün memleket evlatlarının yüksek öğretime kadar birlikte okutulması ve aynı bilim ve teknolojiyi öğrenmeleri gerektiğini ancak böylelikle medreseler ve diğer okulların sorunlarının çözüleceğini vurguluyordu.

Yine Mustafa Kemal, 16 Temmuz 1921 tarihinde Ankara’da Maarif Kongresini açarken yaptığı konuşmada “Milli kültürün önemi ve gerekliliğinden bahsederken, aynı zamanda toplumun eğitim ve kültür konularındaki bölünmüşlüğünün de ortadan kaldırılması” konusuna dikkatleri çekiyordu.

1 Mart 1922 tarihinde TBMM’ nin üçüncü toplanma yılını açış konuşmasında yine bu konuya değinerek eğitim ve öğretim alanında devrimler yapılması gerektiğinden bahsediyor ve yapılacak olan devrimlerin de; “ulusumuzun gelişme yeteneği ve bu yolda layık olduğu uygarlık seviyesine yükseltilmesi doğal olarak yüksek nitelikle meslek sahipleri  yetiştirmekle ve ulusal kültürümüzü yükseltmekle mümkündür” sözleriyle milleti bu amaca ulaştıracak nitelikte olması gerektiğini ifade ediyordu. Ona göre, eğitim ve öğretim alanında yapılacak devrimlerin temel ilkeleri ve hazırlanacak eğitim programı da; ulusumuzun toplumsal ve yaşamsal gereksinimleri ile çağın gereklerine uygun ve ulusçu, uygarlıkçı ve bilimsel kavrayışa sahip bir kuşak yetiştirmeğe yönelik olmalıydı.

Bu çerçevede, yeni Türk Devleti de yeni eğitim ve kültür politikalarını belirlemiş ve uygulamıştır.

Mustafa Kemal, daha bağımsızlık savaşının sürdüğü dönemde toplumsal kurtuluşun ancak laik ve çağdaş bilgilerle donatılmış kuşaklar yetiştirmekle sağlanabileceği inancıyla eğitim-öğretim sorununa eğilmişti. Bunun en somut kanıtı, 16 Temmuz 1921’de Ankara’da bir Eğitim Kurultayı’nın toplanması olmuştur. Bu kurultayda yaptığı konuşmada, silahıyla savaşmak zorunda kalan Türk ulusunun beyni ile de savaşmak zorunda olduğunu belirtmiştir.

Cumhuriyetle birlikte başlayan kültür ve eğitim alanındaki değişmelere egemen olan politika, bütüncül kalkınma stratejisinden kaynaklanır. İnsan yetiştirme davası, toplumsal değişimin önemli bir halkasını oluşturur. Kıt kaynaklara rağmen bütçeden ödenek ayrılarak devlet hesabına yurtdışına; fen bilimlerinden, sosyal bilimlere; güzel sanatlardan, arkeolojiye kadar birçok alanda öğrenci gönderme politikası, bütünsel kalkınma ve insan yetiştirme iradesinin bir sonucu olmuştur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...