Ana içeriğe atla

Türkiye’de Laikleşme Sürecinin Genel Özellikleri

Türkçe’ye de yerleşmiş olan laiklik deyiminin kökeni Grekçe’dir. Laikos Grekçe’de “rahip olmayan, halktan olan” anlamına gelmekteydi. Avrupa’da kilisenin ibadetten başlayarak kişinin güncel yaşayışında düşünceden sanata ve eğitime kadar her alanı kapsayan yönlendiriciliğine ve baskısına karşı çıkan davranışlar, laik diye nitelendirilmiştir.

Laiklik düşüncesi ve uygulamaları Avrupa ile birlikte Avrupa’dan dünyaya yayılırken, o sıralarda İstanbul Türkçesi’nde bu kavramın öncelikle dünyalı diye karşılandığı anlaşılmaktadır. Şemsettin Sami’de, 1898’de basılan Kamus-ı Fransevi’de laik sözcüğünü, “ruhaniler tarik ve cemaatına (yol ve topluluğuna) mensup olmayan, cismani, dünyevi (dünyalı)” diye açıklamıştır. Ancak Osmanlıca’da bu terim daha çok, Arapça’ya dayanılarak lâdini (dinsel olmayan) sözcüğüyle karşılanmıştır. Ne var ki şeriat düzenine bağlı olanlar, Arapça’daki ‘la’ öntakısının olumsuzluk bildiren anlamını saptırarak lâdiniyi “ dinsizlik” diye anlamayı amaçlarına uygun bulmuşlardır. Cumhuriyet döneminde laik karşılığında sözcüğün kökenindeki anlamına da uygun olarak Türkçe dış dinsel önerilmişse de bu sözcük yaygınlık kazanamamıştır.

Avrupa’da gelişen laiklik kavramı, Osmanlı Devleti’nde ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yansımıştır. Osmanlı döneminde laiklik yolundaki önemli girişim, dinsel öğretim veren medreseler dışında temel ya da mesleki öğretimin yapıldığı okulların açılması olmuştu. Böylece Avrupa’da olduğu gibi ilk adım eğitim-öğretimde atılmıştı. Bunu hukuk alanında çıkartılan yeni yasalar izlemişti. Tanzimat döneminde Osmanlı düşün alanına giren laiklik kavramı Yeni Osmanlılarla önemli bir boyut kazanmıştır. Devlet yönetiminde yalnızca şeriat hükümlerinin esas alınmasının yeterli olup olmadığı sorunu çerçevesinde yeni görüşler ortaya atılmıştır. Namık Kemal’in devlet yönetiminde şeriat kurallarından vazgeçilmemesi görüşüne karşın, Ali Suavi, Avrupa’da akıl ile kanunun, Osmanlı İmparatorluğunda ise zulüm ve köleliğin geçerli olduğunu ve bu durumdan kurtulunması gerektiğini belirtmiştir. Ali Suavi’ye göre kölelik iki kaynaktan besleniyordu: Cahillik ve bağnazlık.

Türkiye’de Devletin Laikleştirilmesi



Ulusal egemenliğin kuralı çerçevesinde ümmetten millete siyasal biçimlenmede yarattığı ilk etki saltanatın kaldırılması olmuştur. Ulusal kurtuluş savaşı süresince, karşısına çıkılmayan saltanatın kaldırılması, savaş sonrasında barış görüşmelerinde kimin Türk ulusunu temsil edeceği sorunu ortaya çıkınca, kesin bir çözüme bağlanabilmiştir.

Saltanatın kaldırılması, laik siyasal iktidar düzenine geçişin de ilk aşamasını oluşturmuştur. Osmanlı’nın kuramsal olarak siyasal ve dinsel iktidarı kaynaştıran siyasal iktidar düzeni, saltanatın kaldırılması ile ilk kez bölünmekte, dinsel iktidar varlığını sürdürse bile siyasal gücü yitirmiş olmaktadır. Buna karşın, yeni devletin siyasal iktidarı kesin olarak ulusal egemenlik kuralına dayandırılarak, dinsel nitelikten arındırılmıştır.

Cumhuriyet’in ilanı, daha çok kuramsal olarak görülen başkansız bir devlet sisteminin yarattığı boşluğu, halifenin doldurması olanağını ortadan kaldırmıştır. Halifeyi devletin doğal başkanı saymaya yönelik eğilimler, cumhurbaşkanlığının kabulü ile boşa çıkmıştır. Ulusal egemenlik ilkesine dayanan Cumhuriyet düzeniyle halifeliğin bağdaşması olası değildir.

Bir devlet dini olarak yayılan İslamiyet’in belirgin özelliklerinden biri, devlet ile din, hukuk ile şeriat arasında kesin bir ayırımın öngörülmemiş olmasıdır. Şeriat da salt Müslümanlar için hükümler içermesi yüzünden, başka dinlerden olanları kapsam dışı bıraktığından İslam devletlerinde gerçek anlamda bir hukuk birliği sağlanamamıştır. Öte yandan İslam hukuku olan fıkıhta karşılaşılan tüm sorunları ve gereksinmeleri karşılayacak ayrıntılı hükümlerin bulunmaması uygulamada güçlükler doğurmuştur. Bunları gidermek için başvurulan fetva sistemi, giderek değişik ve çelişik görüşleri içeren bir yapıya dönüşmüştür.

Hukukun Laikleştirilmesi



Genel olarak, toplumu düzenleyen ve yaptırım gücü bulunan kurallar bütünü, olarak tanımlanan hukuk, halk egemenliğine dayalı çağdaş devletin en belirgin niteliklerinden biridir. Vatandaşlar arasındaki ilişkilerde gerekli kuralların belirlenmesi, toplum düzeninin sağlanması, hakların ve özgürlüklerin kullanım biçimi, egemenliğin kullanılması yöntemi, devlet organlarının işleyişi, devletin vatandaş, vatandaşın devlet karşısındaki hakları ve görevleri esas olarak hukuk kurallarıyla belirlenir.

Böyle olmakla birlikte ülkelerin, devletlerin hukuk sistemleri, o toplumun oluşturduğu siyasal rejime, dünya görüşüne ve toplumsal anlayışa göre değişiklikler

göstermektedir. Dinsel temeller üzerinde yükselen, çok uluslu, çok dinli, çok dilli bir monarşi olan Osmanlı İmparatorluğu döneminde hukukun bu bünyeye göre düzenlenmesi doğal olmuştur.

Osmanlı döneminde dini kurallara göre düzenlenmiş olan şer’i hukuk ile gelenek ve göreneklerle ortaya çıkmış kurallardan oluşan örfi hukuk sistemine dayalı bir hukuk modeli uygulanmıştır. Hukuk düzenindeki aksaklıkları gidermek ve gerek kamu hukuku gerekse özel hukuk alanındaki boşlukları gidermek amacıyla II. Mahmut’tan başlayarak Tanzimat döneminde bazı girişimlerde bulunuluştu. Ancak Tanzimat, yeni düzenlemelere, örgütlenmelere yönelirken eskiyi olduğu gibi korumayı da ilke edindiğinden hukuk alanındaki girişimlerde bir ikiliğe yol açmıştır. Ayrıca yeni yasaların hazırlanmasında da yöntem birliği sağlanamamıştır. Bunun sonucunda çoğu kez yabancı yasalar olduğu gibi aktarılmış ya da uygulanmakta olan İslami kuralların kökenlerine dayanılarak yeni yasalar hazırlanmıştır. Yabancı yasalardan yararlanılarak hazırlanan yasalar:  Ticaret Kanunu (1850), Ceza Kararnamesi (1858), Deniz Ticaret Kanunu (1864), Ceza Mahkemeleri Usulü (1880), Hukuk Mahkemeleri Usulü (1881) dür. Yürürlükteki yasaların modernleştirilmesi yöntemiyle hazırlanan yasalar ise, Ceza Kanunnamesi (1840 ve 1851), Arazi Kanunnamesi (1858), Mecell-i Ahkam-ı Adliye (1876), Aile Hukuku Kararnamesi(1917) dır.

Yeni kabul edilen ve şeriatla ilgisi bulunmayan yasalar için Şer’i Mahkemeler dışında Nizamiye Mahkemeleri adı verilen yeni mahkemeler de açılmıştır.

Bu dönemde hazırlanan yasalar içinde kısaca Mecelle diye bilinen Mecelle-i Ahkam-ı Adliye, dayandığı esaslar, hazırlanması, içeriği ve yaygın etkisi açısından diğer yasalardan ayrılmaktadır. 1851 maddeden oluşan Mecelle laik değil, dinsel bir nitelik taşımaktaydı. Üstelik yalnız Hanefi mezhebi esasları gözetilerek hazırlanmıştı. Bunda kişi, aile ve miras kurallarına yer verilmemiş, eşya ve borçlar hukuku alanları esas alınmıştı. Bu eksikliklerine karşın bir medeni kanun niteliği taşıyan mecelle, irade serbestliğine dayanması, kimi ilkeler ve yargılama kuralları getirmesi yönlerinden de önem taşımaktadır. Ayrıca o döneme kadar hukuk kuralları Arapça yazılmış fıkıh kitaplarından çıkartılırken Cevdet Paşa’nın hazırlattığı bu yasa zamanına göre yalın bir dille kaleme alınması oldukça önemlidir. Çünkü, bu Türkçe’nin bir bilim dili olabileceğinin ilk kanıtlarından biri olmuştur.

Mecelle’nin aile ve miras hukuku hükümleri içermemesinden doğan boşluğu gidermek amacıyla Osmanlıların son yıllarında yeni bir girişimde bulunulmuştu. 1916’ da oluşturulan yeni bir komisyon çalışmalarından olumlu bir sonuç alınmayınca, ikinci bir komisyon kurularak, Mecelle’nin hükümlerini günün ekonomik ve sosyal koşullarına göre yeniden oluşturma çerçevesinde Aile Hukuku Kararnamesi 1917 yılında hazırlanmış ve yürürlüğe girmiştir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...