Ana içeriğe atla

Yeni Yazı

Orta Asya’da Türkler kendilerine ait olan Göktürk ve Uygur abecesini kullanmışlardı. İslamiyeti kabul edince de Arap abecesi kullanılmaya başladılar. Ancak uzun yıllar Arap abecesini kullanan Osmanlılar 19.yüzyılın ortalarından itibaren bu abecenin değiştirilmesi veya düzeltilmesi gerektiğini tartışmaya başladılar. Arap yazısıyla Türkçe’yi okumak ve yazmak sürekli sorun olmuştu. Arapça’da 29 olan harf sayısını 34’e çıkarmak da bu sorunları giderememişti. Bu abecenin en büyük özelliği ünlü harflerin eksikliğidir. Gerçekte 29 harfli olan bu abecede tek bir ünlü vardır; a, e, ı diye değişik seslerle okunabilen elif. Onun dışında, aslında ünsüz olan 2 harf de yerine göre bazı kurallarla ünlü olabilmektedir; v, y ünlü eksikliğini gidermek, okumayı kolaylaştırmak için ünsüz harflerin üstlerine ya da altlarına kimi işaretler konulması yoluna gidilmiştir. Bu abecenin bir başka özelliği de temelde aynı olup birbirine yakın olan sesler için ayrı ayrı harflerin bulunmamasıdır. Bugün kullandığımız abecede tek bir h,s,z bulunduğu halde Arap abecesinde bunların her biri için 3 ayrı harf vardır. Dolayısıyla sözcüklerde bu sesleri belirleyecek sesin hangi harf ile yazılacağını bilmek güçleşmekte, bunu bilmek doğru okuyup yazmanın önkoşulu olmaktadır.

Arap kökenli abecenin okuma yazmada doğurduğu güçlükler dışında, Türkçe’nin ses yapısına da uygun olmadığı zamanla görülmüştü. Daha doğrusu, Arap harfleri Arap fonetiğine uygun olarak hazırlanmış bulunduğundan, Türk diline uymaktan çok uzaktı. Bu nedenle harfleri hakkını vererek söyleyebilmek için oldukça zorlanılıyordu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra, Arap abecesinin bu durumu göz önünde bulundurularak, bazı aydınlar arasında, bu harflerin Türkçe’nin yapısına uymadığı görüşü ağırlık kazanmaya başladı. Ayrıca ülkede okur yazar oranı oldukça düşüktü. Uygarlığı yakalamak için doğru araçlar kullanmak gerekiyordu. Halkı büyük ölçüde okur yazar yapmayı hedefleyen genç Cumhuriyette, bu abecenin değiştirilmesi gerektiği konusunda bir tartışma başlatıldı.

Bu tartışmalar devam ederken, 1925 yılında gerçekleştirilen takvim ve rakamlar konusundaki değişiklikler, abecenin de değiştirilebileceği konusundaki görüşleri güçlendirdi. Buna bağlı olarak, 1926’da Dil Encümeni adıyla, dil konusunda uzmanlardan oluşan bir çalışma grup kuruldu. Abecenin değiştirilmesi ve yeni Türk yazısının hazırlanmasıyla ilgili çalışmalar yapmak üzere oluşturulan bu kurul, Latin yazısının Türkçe’nin yapısına uyacağı düşüncesiyle, bu harfleri kullanan bir çok abeceyi incelemeye başladı.

Dil Encümeni’ nin bu konudaki çalışmaları devam ederken, Türkiye’de 1927 yılından başlayarak, doktor reçetelerinin Latin harfleriyle yazılması uygun görüldü ve bununla birlikte abece konusundaki tartışmalar da ciddi boyutlara ulaştı. Dil Encümeni, 26 Haziran 1928 tarihinde Ankara’da yaptığı toplantıda, abece konusunda yaklaşık olarak iki yıldır yaptığı çalışmaları bir rapor haline getirerek, çalışmalarını tamamladı.

Atatürk, yeni harfleri tanıtmak ve bunların ne kadar çabuk öğrenilebileceği yolundaki görüşünü kanıtlayarak her devrim hareketi öncesinde olduğu gibi halktan destek almak amacıyla bir yurt gezisine çıkmıştı. Gittiği her yerde yazı tahtasının başına geçerek yeni Türk abecesini tanıtıyor, yeni yazıyı öğrenenleri sınavdan geçiriyor ve toplumdaki tepkiyi saptamaya çalışıyordu.

Bu konuda yapılan çalışmaları başından beri izleyen Mustafa Kemal, 9 Ağustos 1928 tarihinde İstanbul’da, Dil Encümeni tarafından hazırlanan raporun sonuçlarını da göz önünde bulundurarak yaptığı konuşmada, abecenin değiştirileceği konusunda ilk haberi vermiştir. Alfabenin değiştirilmesi ve yeni Türk abecesinin benimsenmesi için yapılan çalışmalar sonucunda, 1 Kasım 1928 tarihinde Meclise, yeni Türk abecesinin kabulü hakkında bir önerge sunulmuştur. Bu önerge Mecliste aynı gün yapılan görüşmeler sonucunda “Türk Harflerinin Kabul ve Uygulanması Hakkında Kanun” adıyla kabul edilmiştir. Yasanın kabulünden sonra TBMM’si Cumhurbaşkanı Atatürk’e altın levha üzerine yazılı kabartma bir abece verilmesini de kararlaştırmıştı.

Kanun uyarınca bütün devlet yazışmaları 1 Ocak 1929’dan itibaren yeni Türk harfleriyle yapılacaktı. 1929 Haziran ayından sonra da Türk ülkesinde, Arap harfleri kullanılmayacaktı. Bu karar alınırken, Atatürk’ün en ilerici arkadaşları bile, hiç olmazsa birkaç aylık geçiş dönemi gerektiğini söylemişlerdi. Atatürk, buna kesinlikle karşı çıkmış, O tanınacak uzun geçiş döneminde kimsenin alışkanlıklarını bırakmayacağını, dönem bitince, tekrar baştan başlamak gerektiğini, bundan dolayı zaman yitirmekten başka bir sonuç doğmayacağını belirtmiştir. Böylece Türk ulusu altı ay gibi akıllara durgunluk veren kısa bir süre içinde yeni abecesini benimsedi. Bu da Arap abecesinin Türkçe için ne kadar uygunsuz olduğunu kanıtlamış olmaktadır.

Türk harflerinin kabulü, devrimin en önemli bölümlerinden biridir. Türkçe’nin zenginleştirilmesi, okuma yazma kolaylığının sağlanması, basılan kitap sayısının birden bire artması hep bu devrimin sağladığı olanaklarla mümkün olmuştur. Yeni Türk kültürü, bu devrim ile doğmuştur. Çoğu skolastik medrese kafasının ürünleri olan eski kitapları okumak isteyen bilim adamları dışında, Arap harfleri ulusal bilinçten silinmiş sayılabilir. Yalnız Türk dilinin ve biliminin Arap harfleriyle yazılmış veya basılmış önemli yapıtlarını, Türk harfleriyle ve sadeleştirerek yeniden yayımlamamakla eski kültür hayatımızla olan ilişki kesilmeyecektir. Türk ulusuna, yeni harfleri öğretmek için Millet Mektepleri denilen okullar açıldı. Türk harfleri kısa süre öğrenildi. Bu yasa 1961’de Anayasanın İnkılap Kanunları denen devrim yasaları arasına alınmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...