Ana içeriğe atla

Osmanlı Millet Sistemi ve Bozulması

Osmanlı kimliği altı yüzyıl boyunca saray ve çevresi tarafından, fetih siyaseti ile olduğu kadar din yolu ile de dayatılmıştır. Sultanın tebaası etnik kökeni veya ne dini olursa olsun Osmanlı’ydı; öyle ki Türkler Müslüman sıfatıyla, yani ümmetin bir üyesi olarak neredeyse azınlıktayken, gayrimüslim haklar, Hıristiyanlar ve Yahudiler, Panosmanlı altında Millet statüsünden yararlanıyorlardı. Bazı dönemlerde ise Türkler İmparatorluğun üvey evlatları statüsünde olmuştur. Yine 1277’den beri Anadolu’daki beylerin Osmanlılar da dahil resmi dili Türkçe olduğu halde, 1453’te İstanbul’un fethinden sonra Arapça ile Farsça’nın bir karışımı olan Osmanlıca kendini dayatmıştır. Osmancılık siyaseti XIX. yüzyılın ikinci yarısına doğru daha büyük bir enerji ile yeniden ileri sürüldü. Tanzimat paşaları tarafından tasarlanan ve sultan tarafından onaylanan bu siyaset, bütün din, dil ve mezhep farklılıklarının üstünde olmayı arzuluyor ve imparatorluğun tabiiyetindekileri, yeni bir siyasal kimlik altında birleştirmeyi hedefliyordu.

Avrupa devletleri bile Osmanlı Devleti’ni Türk İmparatorluğu olarak nitelerken, içerde XIX. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı ülkesinde Türklerin tarihi ya da Türk dili hakkında derinlemesine bir incelemenin yapılmamış olması oldukça ilginçtir. Bu bağlamda Türk Halkı’ndan bahsetme cesaretini ilk gösteren, 1860’da Ali Suavi olmuştur. O sıralarda Ali Suavi de diğer yeni Osmanlılar gibi Fransa’da sürgünde bulunuyor ve burada Ulûm adlı gazete yayımlıyordu. 1863’te ünlü Ahmet Vefik Paşa, Abdulgani Bahadır Han’ın Türkleri soyağacı hakkında bir çalışmasını (Evsal-i Secere-i Türk) bastırmıştır. Süleyman Hüsnü Paşa ise 1876’da ilk Türk dilbilgisi kitabını (İlm-i Sarf-i Türki) kaleme almıştır. İlk Meşrutiyet döneminde 1876 tarihli ilk anayasada bile resmi dilin Türkçe olduğu ancak 18. maddede ilan edilmiş ve Türkçe bilgisi kamu hizmetine kabul edilmenin koşulu olarak konmuştur. Son olarak, Şemsettin Sami’nin Türkçe sözlüğü Kamus’üt-Türkî ise ancak 1899’da çıkmıştır.

18. yüzyılın sonundan itibaren İmparatorluğun Hıristiyan halkları arasında Fransız devriminin izinde ulusçu hareketler ortaya çıkmaya başlamıştı. 19. yüzyıl boyunca, Yunanlılardan başlamak üzere bir çok Hıristiyan halk, büyük Avrupa güçlerinin de desteğiyle bağımsızlıklarını kazanıp kendi devletlerini kurmuşlardı. Uzun süredir devam eden Pan Osmancılık ve ardından benimsenen Pan İslamcılık siyaseti de Babiali’nin umduğu sonuçları getirmedi. Ancak “Vatan” ve “Ulus” kavramları (Millet sözcüğü artık dini bir cemaati değil ulus anlamında kullanılıyordu.) Özellikle Namık Kemal sayesinde yavaş yavaş kullanılmaya başlanmıştır. Vatan tehlikedeydi, ancak Namık Kemal’inde aralarında yer aldığı yeni Osmanlılar’a göre, İslami Kimlik ülkeyi bir arada tutabilmek için kültürel bir tutkal işlevi görmeliydi, çünkü bu kimlik Osmanlı-Türk halkı için, bir başvuru kaynağı ve meşrutiyetin harcıydı.

Türkçülüğün öncüleri bir grup asker ve sivil tarafından idare edilen İttihat ve Terakki harekatının liderleri ile özellikle Rusya’dan kaçıp gelmiş olan Azeri ve Tatar kökenli bir grup aydın olmuştur. 1904’te yayımlanan Üç Tarz-ı Siyaset’in yazarı Yusuf Akçura’ya göre devleti Osmanlıcılık ve İslamcılık değil, sadece Türkçülük kurtarabilirdi. XX. yüzyılın başlarında artık imparatorluğun çöküşü kaçınılmaz hale gelmişti. Birinci Dünya Savaşı  içinde bu sonuç tam olarak yaşandı. Osmanlı Devleti’nini son yıllarında iktidar olan İttihat ve Terakki önderleri, bu konuda önceliği, sözcülüğünü Ziya Gökalp’ın yaptığı Türkçülüğe vermişlerdir.

Türkler, İmparatorlukta ulusçuluğun etkisi altına giren son halktı. Önceleri İmparatorluğun geleceğinin bir aracı olan sonraları ise işgalci kuvvetlere tepki olarak emperyalizm karşıtı bir hareket haline gelen Türk ulusçuluğu, ancak XIX. yüzyıldan XX. yüzyıla geçilirken gecikmiş olarak belirginliğe kavuşmuştur.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...