Ana içeriğe atla

Türk Ekonomisinde Yeni Dönem: İthal İkameciliğin Sonu

Türkiye’nin gelişmesinde en önemli darboğazlardan birisinin döviz yetersizliği olması, ihracaatın teşvikini hep arka plana bırakmış ve sorunun acele çözüm beklemesinin yarattığı anlayış ithal ikamesi politikasına öncelik verdirmiştir. Döviz yetersizliği sorununun 1954 yılından sonra ve sanayileşme olanaklarının belirmesinden bu yana ithal ikame sanayi kollarının gelişmesine özen gösterilmiş, bu sanayi kolları, ithal yasaları, miktar sınırlamaları, yüksek gümrük vergilendirmeleri vb. gibi araçlarla devamlı korunmuştur.

Haklı olarak ihracaatın teşfiki politikasının çok uzun dönemde sonuç vereceği tahmin edilmiştir. Oysa sorun acildi ve kısa dönemde çözülmesi gerekiyordu. İthal ikamesi politikası ise her zaman kısa dönemde çözüm getiren bir yöntem olarak görülmüştür. Ayrıca bu politikanın uygulanmasının daha kolay olduğunu da belirtmek gerekir.

Bu ekonomik politikayı uygulayana az gelişmiş ülkelerde yerli ara ve yatırım malları sanayileri iki alanda birden mücadele etmek durumundadırlar. Sınırlı finansman ve döviz olanaklarını kısmen kendi alanlarına çekmek ve çok elverişli koşullarla ithal edilen yabancı ara ve yatırım mallarıyla rekabet etmek.

Sanayileşme, Bunalım ve 24 Ocak Kararları



İlk üç plan uygulaması sonunda, sanayileşmenin kendi iç gelişmelerinin yarattığı sınırlayıcı duruma dış ekonomik gelişmelerdeki olumsuzlukların eklenmesi ekonomik ve toplumsal bunalıma yol açtı. Denilebilir ki, 1970’li yılların ortalarında, ülke sanayileşmesinin temel sorunu, ara ve yatırım mallarının yerli üretime geçiş sürecinde düğümleniyordu. Bu aşamaya geçilmesiyle, girdi ve teknoloji alanlarında da dışalıma bağımlılık azaltılabilecekti. Amaçlanan, üretim olanaklarının geliştirilmesi ve giderek teknolojinin yerli üretime geçilmesiydi. Geleneksel sanayileşme politikalarının doğal bir uzantısı olan bu süreç, gerek boyutları, gerek niteliği açılarından, öncekilerden farklıydı. Ülke sanayileşmesinin kendi kendini besleyen bir nitelik kazanması için, temel ve dayanıklı tüketim mallarının yerli üretiminde olduğundan farklı bir yaklaşım gerekliydi. Farklılık, yerli makine ve motor üretimi için gerekli iç ve dış finansman sağlaması, alınacak teknolojilerin ve var olan yerli üretim; ile uyumu ve bunu destekleyecek, girdi sağlayacak birimlerin oluşturulması noktalarında toplanıyordu.

Sanayileşmede sözü edilen bu son aşamanın gerçekleştirilmesi doğrultusunda somut bir girişim, 1975 sonlarında Bakanlar Kurulu kararıyla sonu SAN’la biten kuruluşların oluşturulmasıdır. Sermayelerin tamamına yakını kamuya (DESİYAB ve KİT’lere) ait olan bu kuruluşlar şunlardır: TÜMOSAN(motor), TAKSAN(takım tezgahları), TEMSAN(elektromekanik), TESTAŞ (elektronik) ve GERKONSAN(çelik konstrüksiyon).

Aynı yıllarda, yaygın halk girişimciliği adıyla oluşacak çok ortaklı üretim birimlerinin desteklenmesi politikası benimsendi. Bunların bir taraftan sanayide tekelci eğilimleri dizginleyeceği, iş bulma ve üretim olanaklarını genişleteceği, diğer taraftan da, mülkiyeti yaygınlaştırarak, yönetime katılma ve demokratikleşme süreçlerine katkılarıyla, toplumsal bir işlevi de olacağı öngörülmekteydi.

SAN’lı kuruluşlar, önce birçok kamu girişiminde görüldüğü gibi gerekli ve yeterli ön hazırlık yapılmadan oluşturuldu. Gerek altyapı (enerji, ulaşım, teknoloji, diğer girdiler), gerek iç ve dış finansman kaynağı yönünde, “yapılabilirlik” konusunda yeterli çalışmalar yapılmadan doğdu. Daha da önemlisi varolan iç ve dış koşullar, bu girişim olanaksız kılıyor, engelliyordu.

İç koşulların başında kamu kesiminin finansmanı geliyordu. SAN’lı kuruluşların oluşturulduğu yıllarda, KİT’ler önemli oranda açık veriyor ve bu açık devlet bütçesinden karşılanıyordu. Kendi mali durumları bir sorun olan KİT’lerden bu yönde bir destek beklenemezdi. Bundan da önemli olarak özel kesim SAN’lı kuruluşları istihza (alay) ile karşıladı. Özel kesimin tutumu yalnız bu konuda hazırlıksız olunmasından ya da KİT’lerin  bu yükü kaldıramayacağından değil, kendi özlemlerinden kaynaklanıyordu. Türkiye’de dayanıklı tüketim mallarını özel sınai kuruluşlar ürettiğine göre bunların “motorunu” de özel kuruluşlar yapabilirdi. Genişleyen iç Pazar, traktör örneğinde olduğu gibi, artık etkin ölçekli motor üretimine olanak vermekteydi. Niteliği gereği, motor üreten kuruluş ekonominin geleceğine damgasını vurabilecekti. O yıllarda özel kesimin motor üretimi konusunda kendi içinde ve kamu kesimiyle bazen açıkça çatışmaya dönüşü bu uğraşı verdiği anlaşılmaktadır.

Dış koşullarda SAN’lı kuruluşların oluşmasına elverişli değildi. Dış ödeme güçlüğü ortamında, dış borç veren kuruluşların başta gelen koşulu, ekonomiye çeki-düzen verilmesiydi: Yatırımların kısılması, TL’nin devalüasyonu ve benzerleri. Kaldı ki, ülkenin yoğun ekonomik ilişki içinde bulunduğu ülkeler ve uluslar arası kuruluşlar, planlı dönemde de hiçbir temel sanayi girişiminin finansmanına yardımcı olmamıştır.

Tüm bu olumsuzluklara karşın, SAN’lı kuruluşların oluşturulması, başta denildiği gibi, tutarsız değildi. Sanayileşme özleminin doğal uzantılarıydı SAN’lı kuruluşlar. Ancak, aynı yıllarda ağırlaşan ekonomik bunalım, bu yöndeki çabaları büyük ölçüde engelledi.

İlk üç plan döneminin sonlarında, hızlı sanayileşme programının uygulanması, iç ve dış ekonomik gelişmeler sonucu kesintiye uğradı. Ülke içinde, sanayie, özellikle kamu yatırımları alanında kaynak yaratılmaması, etkin bir vergi düzeninin yokluğu, enflasyon baskısını arttırıyordu. Buna Petrol fiyat sıçramasının ve ondan doğan dış ödeme güçlükleri ağır bir ekonomik bunalıma yol açtı. Bu sırada, ülkenin yoğun ekonomik ilişkilerde bulunduğu gelişmiş kapitalist ülkelerin karşılaştığı ekonomik bunalım, dışsatım olanaklarını sınırlıyordu. Hızlı fiyat artışları, mal arzı darlıkları ve dış ödeme güçlüğü biçiminde görülen ekonomik bunalım, siyasal ve toplumsal bunalıma dönüştü ve ekonomi politikasında köklü değişikliklere gidildi.

İlk yürürlük tarihi dikkate alınarak, kamuoyunda “24 ocak1980 ekonomik istikrar önlemleri olarak adlandırılan önlemler, iç piyasa ve dış piyasalarda fiyat serbestisini, ya da piyasa mekanizmasının kamusal düzenlemelere konu olmadan, serbestçe işlemesini temel alır. Mal ve hizmet piyasalarında fiyatlar arz ve talebe göre oluşmalıdır, bu tanıma, TL’nin dış değeri, döviz kuru ve işçi ücretleri de dahil sayılır. Dolayısıyla, sınai üretim için yatırım kararlarını da özel girişimcilerin kar amaçları belirleyecektir. Önlemler, ekonomide kamu kesiminin olabildiğince, daraltılmasına, özellikle sanayie kamu yatırımlarının azaltılmasını, piyasa egemenliği mantığıyla, ön görmektedir.

Programın dışsatıma öncelik veren, gelişmeyi dışsatım ekseninde gören özü, genelde dışa açılma biçiminde algılanmasına yol açmaktadır. Bu süreçte, döviz  olanakları artacak, yabancı sermayeye güvence sağlanacak ve yerli üretimin, dış alımı giderek serbestiye kavuşturulması sonucu, dış pazarlarda rekabet edilebilir bir duruma gelmesi, eğitilmesi sağlanacaktır.

Yaklaşım, üretimin, özellikle sınai üretimin artırılmasını piyasa koşullarına bırakmaktadır. Bu çerçevede, üretim, döviz getirisine göre önemsenmektedir ve üretimde nitelik farkları bir tarafa bırakılmaktadır. Yaklaşıma göre, çelik üretmekle, kilim üretmek arasında bir fark yoktur, hatta daha çok döviz sağlıyorsa, kilim üretimi tercih edilmelidir.

24 Ocak’ın sanayileşme yaklaşımı, bilindiği gibi, karşılaştırılmalı  üstünlükler kuramına dayanmaktadır. Bu kurama göre, her ülke üretim girdileri açısından daha ucuza, ya da daha yüksek verimle elde edebileceği malların üretiminde uzmanlaşmalıdır. Türkiye, bu nedenle işgücü bol-sermaye kıt konumuyla, işgücü yoğun üretimlerde uzmanlaşmalıdır. Dolayısıyla, ileri teknoloji gerektiren, ağır sanayi denilen üretim süreçlerinden kaçınmalıdır. Bu süreç azgelişmiş ekonomilerin gelişmiş kapitalist ülkelerle bütünleşmesi, kapitalist işbölümünde yerlerini belirleme amacını içerir. Özellikle Dünya Bankası ve IMF ile bunların sözcülüğünü yapan iktisatçılarca Türkiye’ye sürekli olarak bu önerilerin yapıldığı bilinmektedir. Bu önermelerin azgelişmiş ülke pazarlarını sanayileşmiş ülkelerin ürünlerine açmaktan başkaca bir işlevi yoktur. Piyasa ekonomisi, özellikle uluslararası ticarette tam bir düşten öteye geçmemiştir ve sanayileşmiş ülkelerin nasıl yerli üretimleri konusunda  korumacı davrandıkları, her gün yaşanmakta ve  görülmektedir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Lozan Barışı’nından Sonraya Kalan Sorunlar

Ne var ki bu barışçı tutumu engelleyebilecek Lozan Barış Anlaşması ’nda çözümü sonraya bırakılan sorular bulunmaktadır. Bu sorunlar, İngiltere ile Musul, Fransa ile Osmanlı borçları ve bunların tasfiyesi, Yunanistan ile etabli yeni yerleşikliğin tanımlanması sorunundan kaynaklanan anlaşmazlıklardır. Birinci Dünya Savaşı sonucu Alman, Avusturya-Macaristan ve Osmanlı İmparatorlukları parçalanmışlar, Bu ülkelerdeki hanedanlar tarihe karışmıştır. Ayrıca Rusya’da siyasi rejim değişikliği sonucu Bolşevik yönetimi kurulmuştur. Türkiye Lozan Barış Anlaşması’ndan sonra dönemin büyük kabul edilen Batı devletlerine karşı, yansız bir politika izlemeye çalışmıştır. 1923-1930 arası dönemde Türkiye’nin dış politikasını etkileyen iki temel unsur bulunmaktadır. Birincisi, Avrupa’nın en güçlü devletleriyle sınır komşusu olmasıdır. Küzeydoğu da Sovyetler Birliği; güneyde İngiltere ve Fransa ile  denetimindeki manda rejimleri dolayıyla ve Ege’de On iki Ada ile İtalyanlar’la sınır komşusu olmuştur.

Soyadı Kanunu

Toplumsal alanda eşitliği sağlamak ve bireyin kişisel ve toplumsal kimliğini belirlenmesini, çizilen ulusal kimlik çerçevesinde özgür yurttaşın yaratılması hedefiyle herkesi tanımlayan bir soy adı vermek için  24 Kasım 1934 tarihinde Soyadı Kanunu çıkarılmıştır.Yasanın üçüncü maddesine göre rütbe memuriyet, aşiret isimleri, ayrıcalık sağlayan niteleyici sıfatlar, yabancı ırk ve ulus isimleri, gülünç ve genel ahlak kurallarına uymayan lakaplar soyadı olarak alınamayacaktı. TBMM’nin, çağdaşlaşma siyasetine uygun olarak çıkardığı, feodalizme, gericiliğe ve aşiret hayatına son verip, ulusal değerlere bağlı bir toplum yaratmayı amaçlayan önemli yasalardan biridir. Soyadı Yasasını bütünleyen, aynı yıl içinde TBMM’nin çıkardığı diğer bir yasa ile “Ağa, Hacı, Hoca, Hafız, Molla, Efendi, Bey, Beyefendi, Hanım, Hanımefendi, Paşa ve Hazretleri”   unvanlarının kullanılması yasaklanmıştır. Çünkü bu unvanlar sıradan insanlar için değil toplum üzerinde nüfuzlu kişiler tarafından kull...

Laik Devletin Özellikleri

Laiklik ve demokrasi, birbirinden farklı ama aynı amaca yönelen ve birbirini besleyen iki önemli kavramdır. Bu kavramların birleşme noktaları öncelikle egemenlik kavramıyla ilgilidir. Egemenliğin kimin elinde olduğu burada en önemli sorundur. Egemenlik Tanrı’nın ya da “yeryüzündeki gölgeleri”nin mi, yoksa halkın, milletin midir? Burada öne çıkan sorun, kim adına iktidar yarışına girildiği ve iktidar yetkilerinin nasıl kullanılmakta olduğudur. Egemenliğin Tanrı adına kullanıldığı sistemler teokrasi, halk-milletin elinde olduğu sistemler ise demokrasi olarak adlandırılır. Böylece, “Hakimiyet Allah’ındır” ile “Egemenlik Milletindir” ilkeleri arasında aynı zamanda demokratik, anti-demokratik zıtlığı vardır. Laik devlet için diğer bir belirleyici de hukuk kurallarını kimin koyduğu ve kaynağının ne olduğudur. Hukuk kuralları dine dayandırılıyorsa, bunlar kutsaldır, değişmezdir ve hatta tartışılmazdır. Böyle devletler teokratiktir. Hukuk kurallarını halk ya da millet egemenliğini ya da bunla...